SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
Şehrin ortasına kurulan pazarın neşesi olan bir grup çiçek satan kadın, sevgiler gününün her gün olmasını temenni ederek büyük bir iştahla sarılıyorlardı hasırdan örülmüş sepetlerde bulunan renkli ve güzel kokulu çiçeklere. Çingene, roman, ya da yerli… Neredeyse hepsi aynı boyda, aynı kiloda, aynı yüzde kadınlardı. Esmer tenleri, göbekli cüsseleri, başlarına bağladıkları iğne oyalı tülbentleri, çiçekli basmadan dikilmiş eteklikleriyle çiçek satıyorlardı.
Sevgililer günüydü bugün. Türk kültüründe olmasa da küresel kültürün bütün sevgilileri için aynı anlama geliyordu. Işıl ışıl caddenin geceye hazırlanışına tanık oluyordu halk. Esnaf, bu günün anlamına uygun olarak donatmıştı dükkânları. Pastalarda birbirlerine sarılmış kızla erkek resimleri, tişörtlerde çeşitli dillerde yazılmış ‘’seni seviyorum ‘’kelimesi, restoranlarda akşam için ayrılan masalar, güzel hatunların ellerinde kırmızı güller ve hediye paketleri taşıyan telaşlı insanlar…
—Sevgiline almaz mısın çiçek?
—Çiçekçi. Çiçeklerim var.
—Beyaz papatyalar, kırmızı güller burada.
Kadınların çiçek sattığı caddenin girişinde sakalı göğsünde sokakta yaşayan bir evsiz belirdi. Sokağa ait olduğu her halinden belliydi. Üstü başı perişan, saçı sakalı birbirine girmiş, yüzü kararmış. Şarap kokusu, soluduğu havanın içine karışıyor çiçekçi kadınların sepetindeki sümbüllerin güzel kokusunu bastırıyordu. Kadınların hemen yanında bulunan banka oturmak aldı içini. Oturdu. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. Mart kedileri gibi şubat ayında güneşi görünce mayıştı kaldı. Ne konuşmak, ne yemek, ne içmek istiyordu. Şurada bir kaç dakika kestirmek doğrusu eşine az rastlanır bir mutluluk olacaktı onun için. Oturduğu gibi gönül uykusu derler ya işte o hale büründü. İçindeki rehavet öylesine bedenini esir almıştı ki, elimdeki şarap şişesi ve poşeti bir tarafa dağıldı. Koca gövdesi kimsenin oturmasına müsaade etmeden bankı tamamen kaplamıştı. Zaten etrafa korku veren hali olduğu için kimse yanına oturmaya cesaret de edemedi. Kadınları izliyor, gelene gidene bakıyordu.
Kalın gözlükleri olan, ince, uzun yüzlü ve hayli boylu bir adam kadınların önünde belirdi. Hemen yere çöktü. Bir kaç kere deklanşöre basıp kadınların fotoğraflarını çekti. Ayağa kalktı, tekrar çekti. Ardı ardına flaş patlıyordu. Kadınlardan biri;
—Adama bak, bizi çeker durur dedi kadınlara doğru yönelerek. Adama seslendi:
—Ne çekersin bizi beyim?
Adam;
—Kusura bakmayın. Ben fotoğrafçıyım. Resminizi çekmek istedim.
Aynı kadın tekrar seslendi;
—Ne diye çekersin resmimizi dedim? Aaaaa deli misin nesin? Ne yapacaksın resimlerimizi? Bak hala çekiyor.
Adam, flaş patlatmayı kesip fotoğraf makinesini eline aldı ve;
—Fotoğraf sergisi açacağım. Güzel olursa oraya koyacağım bu resimleri.
Aynı kadın:
—Kız Ayşe, adam nereye koyacakmış bizi? Sergi dedi. Karpuz sergisi mi yoksa?
Adı Ayşe olan kadın ellerini beline koyup;
—Nereye koyacakmış bizi? Kız, kocam Iramazan duysa keser beni. Deli mi bu adam? Anlamaz mı laftan?
Adam:
— Yanlış bir şey yok bayanlar. Sokakta gördüğüm her şeyi çekiyorum ben. Işık, çiçekler harika. Böyle görüntüyü arasam bulamam.
Ayşe:
—A beyim, sen Iramazan’ı tanımazsın. Tam yedi kere hapse girdi çıktı. Şirretin tekidir. Şişler seni valla. Benim resmim ne arar senin makinende. Ver o makineyi.
Adam makineyi vermeyince Ayşe, sepetin arkasından fırlayıp adamın üzerine bir çöl leoparı gibi atladı. Yüzünü tuttuğu gibi tırmaladı herifin. Bağırıp çağırması da çabası. Diğer kadınlarda arkadaşlarına arka çıkmak için atladılar ortaya. Sokak bir anda karıştı. Adam, futbol topu gibi bir o kadına, bir bu kadına gidip geliyordu. Kadınların hışmına uğrayan adam, fotoğrafta kalan resimlerin derdine düşmüştü. Makineyi saklayıp duruyordu. Ayşe, adamın gömleğine yapışmış bırakmıyordu. Diğer iki kadın ise adamın fotoğraf makinesine gözünü dikmişlerdi. Ortalık bir anda savaş alanına döndü. Canının derdine düşen adama etraf, aval aval bakıyordu. Kimse olaya karışmaya kalkmadı. Adam, ısrarla makineyi vermek istemezken Ayşe bağırarak;
—Yetiş Iramazan! Adam koyacak bizi sergiye. Ne derim elaleme. Yetiş Iramazan!
Iramazan’ın adını duyan adam elindeki makineyi bıraktı. Sandı ki kadınlar sadece filmi çıkaracak. Oysa ne bilir kadınlar filmi çıkarmayı. Fotoğraf makinesini eline alan Iramazan’ın karısı Ayşe, makineyi yere attığı gibi bir hışımla üstüne atladı. Makine, kadının lastik terlikleri altında kırıldı. Tuz buz oldu.
Adamı nihayet bırakmışlardı. Adam hiç bir şey söylenmeden fotoğraf makinesini yerden aldı. Gözlerindeki umutsuzluğu bütün ahali görmüştü. Epey pahalı makineye benziyordu. Boynunu büküp gitti. Kadınlar ise üstlerine başlarına çeki düzen verdiler. Eşarplarını açıp tekrar bağladılar ve hiç bir şey olmamış gibi satılmayı bekleyen sepetteki çiçeklere döndüler.
Etraftaki kalabalık dağıldı. Uykusu dağılan evsiz, oturduğu bankın üzerinde sokağa doğru gerindi. Öğlen çöpte bulup yediği dişlerinin arasında kalan ekmek kırıntısını pis tırnaklarını ile çıkardı. Nefis bir uykunun içine çomak sokan kadınlara sert sert bakıyordu.
Ayşe’nin yanına biri geldi. Ayşe;
—Iramazan’ım hoş geldin deyip adama sarıldı. Evsiz, gözlerini fal taşı gibi açmış çiçek satan Ayşe ve yanındaki Iramazan’a bakıyordu. Iramazan taş çatlasa elli kilo gelirdi. Aşağı yukarı boyu da ancak bir elli beşti. Sevimsiz, cılız mı cılız bir adamdı. Atların sırtında yarışan jokeylere benziyordu. Bu muydu hapse yedi kere girip çıkan belalı adam? Düşünmeye başladı. Ayşe, evsizin baktığını görünce;
—Ne bakarsın be, ayı mı oynar? deyince evsiz korktu. Ne de olsa yanında Iramazan vardı. Belki kadın doğru söylüyor olabilirdi. Öyle ya, umulmadık taş baş yararmış. Evsiz elini havaya kaldırıp;
— Hadi oradan be dedi. Sonra da oturduğu banktan istemeyerek kalktı. Kendine şubat güneşinde ısınacak başka yer bulmaya mecbur kalmıştı.
Selenay BİRBEN