0

 

İstanbul sancılı bugün. Kundağındaki bebek gibi ağlayıp yanakları kızarıyor. Bir anda bulutlandı etraf. Hiç yok yere neye benzeyecek bu gidiş merak etmemek doğrusu içten bile değil. Belki fırtına vuracak birazdan. Gökyüzüyle yerin arasına kocaman bir bulut girdi. Geldiği gibi gider elbet. Sonsuza kadar kukumav kuşu gibi başımızda kanat çırpacak değil ya. Bir rüzgar esmeye başlıyor. Tıpkı rüyalarımda dolandığım başıboş ormanın içinden fırlayıp gelen o rüzgar gibi. Rüzgarın esmesiyle ağaçların kökü yürümeye başlıyor. Bütün yaşlı ağaçların ölümünü seyrediyorum. Sonra… Melek geliyor. Sonsuz adımlarını kutsamadan bana gelen ilahi melek gülümsememi kanadının altına saklıyor. Siyah kanatlarını usulca açıp gülümsememi bana gösteriyor. Onu çaldığını biliyorum. Gülümsememi… Ama tanrı onu cezalandırmasın diye kimseye söylemiyorum. Susuyorum. Esen rüzgar bana defalarca gördüğüm rüyayı anımsatıyor. Yine susuyorum.

Gri bulutlar, içimdeki yaşama ışığına ve mutlu olma çabama balta vuruyor. Gökyüzündeki yağmur bulutlarını ne kadar temizlemek istiyorsam da gönderme konusunda başarılı olamıyorum. Elimde yediğim simidin yarısı hala duruyor. Pintilik edip çantama koyuyorum. Martılara, ya da denizdeki balıklara atabilirdim ama neylersin bende ki açlığı. 

Kadıköy vapuruna yetişme kaygısında olmayan bacaklarıma sözüm geçmiyor. Kadıköy’den nefret ediyorum belki bu yüzden bacaklarım adım atamakta zorlanıyor. İnsan bir semtten neden nefret eder acaba? Kalabalık, yorgunluk, kokular, atmosfer… Nefretimi körükleyen neden bu saydıklarım değil. Kadıköy’den nefret ediyorum çünkü vefasız bütün aşklarımın adresiydi.

Vapur kuyruğunda bitmek bilmeyen insan yığınlarının arasında sıramı bekliyorum. Vapur yanaşırken çantama koyduğum simidin kalan yarısını ağzıma atıveriyorum. Kapılarını yolcularına açan İstanbul vapurunda kendime bir yer edinme sevdasına kapılmışken günün yorgunluğuna teslim oluyorum. Dizlerim sevmedi gitti bu semti. Her gidişimde bana aynı oyunu oynuyor. Titriyorlar.

Bütün koltuklar dolu. Hiç böyle olmazdı. Elbet birkaç koltukta yer olurdu. Doğru ya bugünün tüm karamsarlığı gökyüzünden üzerime yansıdı; hiçbir işim rast gitmez. Karamsarlık, giymem için terzinin üzerime diktiği yeni elbise. Eskitmek için giymem gerekiyor. Yol boyunca ayakta kalıyorum. Dışarıda unuttuğum kara bulutları avuçlayıp bütün yolcuların üzerine serpiyorum. Yağmur başlıyor. Denize sicim gibi yağmur yağıyor. Vapurun kenarlarındaki oturma yerleri bu sağanaktan nasipleniyor. Suya gömülüyoruz. Altımız su, üzerimiz su. Suyun içinde atıyor vapurdaki bütün kalpler.

Vapur, yolu ortaladığında bu kaçıncı seferi diye düşünüyorum. Bu gün rotayı Kadıköy’e kaç kere kırdı kaptan? Dün Avrupa ve Asya arasında kaç kere gitti geldi? Ya bir önce ki gün? Acaba kaç yıldır gider gelir iki yaka arasından? Hiç üşenmeden, bıkmadan. Eksilmez mi deniz, aşınmaz mı mavisi? Nasıl dayanır bunca insanın ağırlığına?

İnsanlar birbirlerinin sıcaklığına sinmişken, arka koltuklardan tatlı bir akardeon sesi geliyor. Hep sevmişimdir bu müzik aletinin tınını. Para kazanmak için vapurlarda şarkı söyleyen gençler vapurun havasını bir anda değiştiriyorlar; çatık kaşlarım yumuşamaya, kulaklarıma doğru yayılmaya başlıyor. İçim ısınıyor. Beni alıp uzaklara götürüyor.  Akardeonun sesi bacaklarımı bedenime yapıştırıyor. İlk defa tamamlıyorum kendimi.

Kadıköy’den nefret ediyorum. Bütün vefasız aşıklarım bu semtten çıktı. Çok ağlattı beni çok! Havası mı suyu mu nankör bilemedim ki. İçimden lanet yağdırdığım semte yaklaşıyor vapur.

Yağmur ansızın duruyor.  Başımızdaki kara bulut gökyüzüne nasıl geldiyse aynen öyle gidiyor. Rahatlamış gördüm bulutu. Atmış içindeki bütün gözyaşlarını. Acısını kusmuş rahmet adı altında. Yıkamış balıkları, martıları, insanları…

Vapur, iskeleye yanaştığında güneşi görüyorum. Halatlar sudan kurtuldukça güneş, o ışıltılı şımarık yüzünü semte doğru tutuyor. Bir ışık süzmesi altında seyyahların sırt çantasına saklanan sıcak, yüzüme vuruyor. 

‘’Yaz yağmuru bak! Nasıl da geldi geçti’’ diyor bir adam yanındaki kadına.

‘’Evet,  geldi geçti ‘’diye cevap veriyorum.

Çift bana bakıp gülümsüyor, ben de onlara. Az önce ölümüne seyahate çıktığımız kalabalık semtte doğru dağılıyor. Kelebekler gibi. Kimi o tarafa kimi bu tarafa. Bense hemen köşe başındaki bir satıcının yanında rüyamdaki meleği görüyorum. Yanına gitmeye korkuyorum. Melek yüzme bakıp bana bir şeyler söyleyecek gibi ama kandırıyor beni. O en başından beri konuşmadı zaten. Suskundu. Anlamalıydım bu sefer de konuşmayacağını. Kanatlarını açıyor. Kocaman kanatlarının altında sakladığı gülümsememi bana geri veriyor. Gülümsemem ‘’şap’’ diye oturuyor dudaklarıma. Kulaklarıma doğru uzanıp bana;

‘’Beni özlendin mi?’’ diye soruyor.

‘’Çok, hem de çok özledim’’

Ali Rıza SERTER

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler