KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
8 Ağustos 1986
Tren, yaşlı ve misafirperver istasyondan ayrılıyordu yavaş yavaş. Gidiyordu rotasız raylarda… Başta hafif bir tıkırtı, sonradan gelen güçlü sesler tekerlerden… Gurbete giden yolcular pencereden çıkmış, el sallıyorlardı yakınlarına. Onlarda ya ağlaşıyor ya da ahmak gibi trenle birlikte peronun sonuna kadar ilerleyip durmadan el sallıyorlardı.
Bense yalnızdım. Ne cama çıkmaya yüzüm vardı ne de el sallamaya… Sadece kompartımanın bir köşesine sinmiş düşünüyordum, hayat bana neden bu kadar kıymıştı? Ben ona ne yapmıştım ki! Çok mu günah işledim? Hayır, namazımda niyazımdaydım. Çok mu kibirliydim? Aksine; bazen kendimi insan olarak bile görmüyor, tipimi aşağılıyordum. Ya peki çok mu saftım? Evet, buldum sorunu: Ben çok saftım! Günahlar şehirleri ayakta tutar, demişti bir abi. Evet, bulunduğum bu meşum şehir dimdik ayaktaydı. Ama ben ne yazık ki uyum sağlayamadan pes etmiş ve aynı korkaklar misali pılımı pırtımı toplayıp kaçmıştım. Yanlış mı doğru mu bu hareket bilemem. Ama bana çok utanç veriyordu.
Az sonra o iğrenç mimariden ayrılmış ve yavaş yavaş perişan hale sürüklenen -ama efsununu hâlâ koruyan- doğanın içine düşmüştük. Her taraf yemyeşil ve çok güzeldi. Allah’ım, daha önce neredeydi bu topraklar? Ben niye görmedim? Trenden tarlalara atlamak istedi canım… Her şeyi bırakıp, tüm yalınlığımla. Ama nerde! Sen bıraksan da o seni bırakmaz. Hayat senden kopmaz! Borçtur, harçtır… Bırakır mı gırtlağını? Bırakacaksa tamam, ben atlamaya ve her şeyi unutmaya hazırım. Ama hiç düşünüp kafanı yorma, hayat bir kördüğümdür ki çözemezsin. Bir sarmaşıktır ki kurtulamazsın! Sen onun mahkûmusun, o senin mahpusun…
Şansıma kompartımanda tektim. Kamusal alanlarda veya bu tarz toplu taşımalarda yalnızlık daima iyidir. Öbür türlü bu ŞEHRİ AYAKTA TUTUCU şahıslar çıkarır bir cingözlük, anlamazsın. Ya cüzdan gider ya bavul… İyi oldu, iyi! Zaten boştu çevrem, bırak kompartımanım da boş olsun.
Gideceğim mesafe beş saatlikti. Öğlende ayrılmıştık istasyondan, akşama ORA’daydık. ‘ORA’ nere, ben de bilmiyorum. Hiçbir şeyi bilmeden yol alıyorum sadece bir meçhule.
Öyle diyor ya şair:
Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.1
Demir almalıydım artık bu şehirden, aldım da… Terk ettim artık! Bir bilinmeze gidiyorum… Nereye gidiyorum, artık ben de bilmiyorum. Sadece ‘bir meçhule’ doğru yol alıyorum, o kadar!
Uyandığımda kompartıman hâlâ boştu. Bir telaş eşyalarımı yokladım. Ohh! Hepsi yerlerindeydi… Sonra gözlerimi ovuşturdum… Kendime geldim… Dışarı baktım… O, kavurucu yaz güneşi yoktu artık semada. Sadece bir kızıllık… Akşamüstü olmuştu…
Az sonra bir derenin üzerinden geçtik. Dere yatağında oturan, piknik yapan, derede yüzen, şakalaşan insanlar vardı. Ne kadar da mutlulardı! Yani ne kadar benden uzak… Bu kadar insan, birbirinden bu kadar bağımsız eğlendiklerine göre büyük bir aile değillerdi. O zaman bu civarda bir köy, bir kaza (ilçe) olmalıydı. Evet vardı. Az sonra tren yavaşladı ve kondüktör koridorda haykırmaya başladı:
“İnanlı Köyü’nde inecek kalmasın! İnanlı ’da inecek var mı?”
İki-üç kişi hızla geçti sürgülü kapımın önünden. Arkadan birisi yetişemedi herhalde ki;
“Orhan, hadi tren gidecek! Aaa… Yeter ama! Zaten iki saatlik yolda dört saatlik horladın, eziyet ettin. Bari beni iki kızanla ayakta bekletme!” diye sitem etti kadın.
Otuzlarındaydı henüz. Ama hayat ona yüklenmişti belli ki. O pürüzsüz yüzü solgundu biraz. Ama yine de umutla bakıyordu hayata. Bir ara gözü bana ilişti, başıyla selamladı. Karşılık verdim hemen. Ayıp olmasın diye başımı da dışarı çevirdim. O beni bir süre süzdü garip gözlerle (yansımasını gördüm camdan).
“Kim bu denyo!” demiştir herhalde. Yok canım herkes senin gibi mi ki argo kullansın? Ahşap zeminden çıkan hışırtılar ve işte ‘Orhan Bey’lerde teşrif etti. Hâlâ gözlerini ovuşturuyordu adamcağız. Uyku düşkünü herhalde.
“Niye oyalanıyorsun sen? Zaten uykusuzum! Sen, ooh… İşin iyi! Mevsimlik uyudun maşallah!” dedi kadın.
“Hamdiye! Hadi in de aşağıda azarlarsın gene, in.”
Bu tatlı tatlı tartışan çift inince yine tıkırtılar işitildi raylardan, tekerlerden. Yine bir istasyondan ayrılıyorduk. Yine bir hüzün doldu kalbime… Sanki doğduğum yerler burasıymış gibi!
Yolculuk hep böyle sürdü. Tren durdu. Bir gürültü, patırtı ve ardından yeniden tıkırtılar… tıkırtılar…
Hava artık o kızıllığını atmıştı üzerinden. Laciverti andırıyordu artık. Sıra sıra bir sürü köy, kazayı geçtik. Bu köylerden birinde, bir sürü gördüm… Koyun sürüsü… Bembeyaz… Arada siyahîler… Keçiler… Belki de buradan seçilemeyen oğlaklar, kuzular vardı. Çoban da başlarındaydı sürünün. Ne kadar da taze bir oğlan! Gencecik… Sekiz köşeli kasketi, cevizden -belki de meşeden- yontma değneği, bol şalvarı; bir yelek, bir gömlek süslemiş… Bıyıkları yeni terlemiş… Belli, mektep de yeni terk edilmiş… Çoban olunmuş… Koyunlar emanet edilmiş… Bu genç yaşta, altmış yaşın yükü üstlenilmiş…
Bu betimlemeyi on saniyelik görüşümle aktardım. Geçip gittik… “Çuf…Çuf!” … Ama aklım hâlâ o çobandaydı. Cahil, pis, boş vermiş… Ama bir o kadar da masum… Yani en mühim değere sahip: masumluğa! Ben okudum da ne oldu? Baksana! Mutsuzum… Ama o… O; çayırdan çayıra, dereden dereye seke seke geziyor… Hayatının tadını çıkarıyor… Cahil, pis, boş vermiş çocuk… Ya ben? Cahil değildim; onca kitaplar, mektepler okumuştum. Ama hâlâ bir ahmaktan başka bir şey değildim. Keşke şu an ruhlarımız yer değiştirse o çocukla! Keşke ben çoban olsam, o da rotasız ve mutsuz bir herif… Ama bu seçenek sunulmuyor bize hayatta. Sunulmasın da zaten! Ben onun yerine geçseydim hür ve mutlu olacaktım… Ya o? O eskisi gibi bir insan olacak mıydı? Kaldırımdan kaldırıma zıplayacak eğlenecek miydi? Sanmıyorum… Hiç sanmıyorum…
O rotasız ve bir o kadar da umutsuz tren yolculuğum, Bulgaristan’da bitti. Onbir yıldır orada kaldım ama hiç mutlu oldum mu? Diğer insanlar kadar yaşama sevinciyle doldum mu? Hayır, hiçbir zaman…
29 Eylül 1997
Bu deftere en son on bir yıl önce, yine bir tren yolculuğu esnasında yazmışım. Nedendir bilmem, o gün hâlâ dün gibi hafızamda. En ince detayına kadar hatırlıyorum.
O, rotasız dediğim rayların ve trenin ucu Varna’ya çıktı. Bana yıllarca analık eden, ciciannem Veronika’nın yanında bir süre konakladıktan sonra bir fabrikaya girdim ve sorunsuz on bir yıl çalışarak hem Veronika’ma hem de kendime baktım. Fakat üç gün önce aniden yeryüzünü terk etti babamın son eşi. Yıllar sonra ilk kez ağladım. Yıllar önce annemin vefatında ağladığım kadar. Durmadım, hemen bilet alıp terk ettim onun varlığıyla yeşeren Varna topraklarını. Hala damlalar süzülüyor yanaklarımdan, defterime düşüyor. Bak “Varna” nın üzerine düştü, mürekkebi dağıttı.
Ülke sınırlarına gireli çok oldu. Edirne’yi geçtik.
Az önce eski tren anımı okuduğumda gördüğüm ‘köyler, kazalar’ dan tekrar geçiyorduk. Bir değişiklik yok… Bıraktığım gibiler. Ara sıra sürüler görüyorum, başlarında da çobanlar… On bir yıl önce özendiğim, aklıma kazınan ufak çobanı arıyorum ama bulamıyorum. Belki de görmüşümdür. On bir sene az mı? Değişmiştir elbet. İşte bu yüzden her gördüğüm kasketliye, çobana, gence umutla bakıyorum trenden.
Bu ne şans yahu! Kompartıman gene boş… Yine yalnızım! En ihtiyaç duyduğum anda, yalnızım…
Sürekli durduk bu sefer, yıllar öncesine nazaran. Yeni istasyonlar demek bu… Belki de yeni yolcular…
Yine bir durak…
Kondüktör Bey haykırıyor:
“İnanlı’ da inecek kalmasın! İnanlı, İnanlı ’da inecek var mı?”
Bu beni afallatan cümleden sonra, hayatın tesadüflere bağlı olduğunu ve devamlı tefekkür ettiğini gösteren diğer cümleler geldi.
“Aaa… Her yolculukta aynısı! Hadi Orhan! Uyuma!”
“Tamam Hamdiye’m, tamam!”
Deniz Orallı