KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Bu sabah da her sabah gibiydi. Dışarısı alacakaranlık; güneş yüzünü henüz göstermemiş, evler, ağaçlar, yollar gecenin içinden çıkmaya çalışıyordu. Yapraklarda, görünen her yerde, çiğ su damlacıkları soğuk geceden kalan ıslanmışlık vardı. Sabah yeni güne hazırlanıyordu. Onun için sokaklarda boş bir yaşanmışlık yoktu henüz. Birazdan hep aynı kurguymuş gibi önce yavaştan sonra hızlanarak başlayacaktı yeni bir gün, yeni bir hayat.
Hani yapmak zorunda olduklarımız vardır ya hayata dair; her sabah vaktinde uyanmak, yeni bir güne hazırlanmak, hayatı hazırlamak gibi. En azından o günü hazırlamak. Bunun için, bunlar için kalkılır her sabah alacakaranlıkta.
O karanlığın içinden bir kadın çıkar her sabah. Yeni güne yeni ümitlerle. Kızıl bakırı saçları, çalışmaktan irileşmiş güçlü elleri, her koşulda ayak uydurmaya çalıştığı zor hayata inat. Hiç altın tepside sunulmadı ona hayat. O hep istedi, hayal etti ve aldı. İstediği, hayal ettiği hayata hep geç kaldı. Zordu hayat onun için ama imkânsız değildi.
Anadolu’nun bir köyünde dünyaya gelmişti, ailenin hayatta olan ilk çocuğu olarak. Sonra da iki erkek kardeşi geldi dünyaya. Dört beş yaşlarında hayatı algılamaya başladığında, nedense aklına hep tarla günleri gelir. Sanki başlangıç orasıymış gibi. Ne çok gitmişti tarlalara; anne, baba, kardeşler hep birlikte, günlerce, aylarca. Güneş, tepeden yeni göründüğünde düşerlerdi yollara. Eşeğe o gün kim şanslı ise o binerdi; genelde de çocuklar ya da en küçükler, kalanı tabana kuvvet yürürdü. O yüzden belki de ne zaman çocukluk dense ilk aklına gelen tarla günleri olur. Hani yolların, evlerin ulaşılmaz, erişilmez göründüğü zamanlar. Adımlar küçüktür çünkü git git bitmez. O abladır, anne, baba tarlada çalışırken kardeşlere bakan, köye kadar yürüyerek gidip bakkaldan nohutlu şeker, (cami penceresine benzeyen) bisküvi alıp gelen abla.
Sonra okul yılları başlar; siyah önlük, beyaz yaka, kumral, uzun saçlar, hep bele kadar, beyaz ve ciddi bir surat. O hayatı, hayata dair her şeyi, hep ciddiye aldı her zaman. Her şey olması gereken gibi olmalıydı, ne eksik ne de fazla, yerli yerinde ve vaktinde. Başarılı bir öğrencilik hayatı oldu sekiz yıl; ilkokul, ortaokul. Ortaokul diplomasının yanında bir de tavsiye yazısı vardı “ zeki ve çalışkandır, her okulu başarı ile bitirebilir.” O diploma ve yazı öylece sarardı. Çünkü başka okul ya da okullara gidemedi. Köydeydi o zamanlar. Onun da hayalleri vardı, okuyacaktı öğretmen olacaktı, o da öğretecekti çocuklara doğruyu, yanlışı, her koşulda güçlü olmayı. Ama olmadı olamadı. Sonrasında, yirmi yıl rüyalarında kesintisiz kendini hep okula giderken ya da okulda gördü ta ki okuluna kayıt olana kadar.
Ortaokul bittikten iki yıl sonra, köyden kente taşındılar. Taşındıkları yıl nişanlandı bir yıl içinde de evlendi. Başkaldıracak kadar cesur değildi o zamanlar, köyünden yeni gelmiş şaşkın ördek yavrusuydu. Madem evlendi çocukları olsundu o zaman. Biraz geç olsa da oldu, biri erkek biri kız. Ömrü boyunca hep gurur duyduğu ve hep duyacağı, Allah’ın lütufları… Çok mutluydu çok. Onlar okuyacaktı, onun yapamadıklarını, hayallerde kalanları onlar yapacaklardı. Bir annenin en bencil tarafıdır belki de, kendi yapamadıklarını ya da yaşayamadıklarını çocuklarında görmek istemesi.
Çocuklarını olabildiğince, elinden geldiğince, bütün imkânlarını seferber ederek büyüttü, okuttu. Onlar da emeklerini boşa çıkarmadı. O da işe girdi, liseye kayıt oldu, rüyalar kesildi. Çocukları üniversiteyi kazandı, o da kazandı. Hayaller gerçekleştirmek içindi, istedi ve oldu. Fakat onun hayalleri hiç bitmedi. Çünkü zaman hızla akıp gidiyordu. Ve yakalamak lazımdı bir yerinden hayatı.
Ve o kadın her sabah alacakaranlığın içinden çıkıp, sabahı yara yara, hayata inat, yeni bir güne yeni ümitlerle başlıyor. Başı dik efe efe. Çünkü hayat her gün yeniden başlıyor.
Ünzile Yıldırım