GÜMÜLCİNE ANLAYANA Türk Gençler Birliği’yle Çukur Kahve arasındaki Trakya Aile Lokantası’nda sabah çorbası içiyoruz. Sulu yemek, pilav, döner, ızgara et de yenebiliyor. Çorbalar ve...
Çeşitli nedenlerle doğup yaşadıkları, kök saldıkları toprakları terk edip büyük şehirlere göç edenlerin ilk durağı varoşlardaki hemşeri mahallesinin yoksul gecekonduları olur. Çoluk çocuk çalıştıkları hâlde karınlarını zorla doyuran fakir sofralarına beş altı tabak daha eklenir. Üst üste yapılmış yataklar, nefeslerin sıcaklığıyla ısınmış odalar ve yarı aç kalkılan sofralar…
Büyük şehirlerde, bilhassa ”İstanbul’un taşı toprağı altın” diyerek daha önce İstanbul’a göçen köylülerinin ısrarlı çağırmaları üzerine gelen vasıfsız, kalifiyesiz insanlar için yaşam zorluklarla başlar. Elindeki avucundaki üç beş kuruşla arsası beleş, köylülerinin yardımıyla bir gecede mantar gibi gecekondusu yapılıverir. Camlarına naylon gerilip çıkma kapılar takılır. Pılı pırtısı taşınır, yaşanılır hâle getirilir ama…
Elektriği, suyu, yolu olmayan bu mahallede yaşam her yerde olduğu gibi kadınlar için daha da zordur. Temizlik, yemek, bulaşık, çamaşır hep sorun olur. Kondunun çatısı olmayınca yazın sıcak, kışın soğuk… Günübirlik bulunan işler… Hamallık, amelelik, işportacılık…
“Ah bir apartmana kapılansam, hatun da temizliğe gider. Çocuklar okullarından arta kalan vakitlerinde bize yardımcı olurlar. Elektrik, su, doğalgaz derdimiz olmaz yuvarlanır gideriz.’’ diye gönlünden geçirip düşler baba.
Yaşadıkları yörelerle İstanbul’daki yaşam arasındaki fark hemen ilk günlerde kendini gösterir. Büyük şehirlerde yaşamak yorar insanı; pahalılık, kalabalık, ses ve görüntü kirliliği… Ulaşım da çabası…
Anne ve babanın düşledikleriyle çocuklarının hayalleri epey farklıdır. Büyüme sancıları çeken çocuklarda ekseri görülen marka çılgınlığı onlarda da başlar. Kotlar, gözlükler, montlar, botlar, spor saatler, cep telefonu ve evlerine elektrik bağlanınca bilgisayar, prizma TV isterler… Evde pilli teypten yükselen bol acılı, Ferdi’nin parçaları kulaklarını tırmalar. Onlar hit pop müzik parçalarını tercih ederler aslında.
Sinemaya, tiyatroya, havuza, denize, doğum gününde yapılan garden partiye gitmek isterler arkadaşları gibi… Anneyle babayla dolaşmak istemezler, çarşıda pazarda utanırlar… Kuşak farkı ve dünya görüşleri ayrı olması yüzünden aralarındaki mesafe açılır da açılır. Herkes kendine göre haklıdır aslında, kim istemez ki insanca yaşamayı? Ama şartlar o kadar ağırdır ki kambur üstüne kambur yüklenir ananın babanın sırtına.
Baba çok kızdığı zaman çocuklarına, ”Ektim biçtiğim nohut şehre gittin de leblebi mi oldun” diye çıkışır…
Sonra karısına dönerek,
“Hanım, niye göçtük ki biz İstanbul’a? Köyümüzde, kasabamızda daha mutluymuşuz demek ki. Azıcık aşımız, kaygısız başımız varmış. Buraların havası, suyu, insanı, her bir şeysi farklı… Karın tokluğuna bunca çileyi dolduracağımıza dönelim geriye, burada yaşamak zor zanaat. Zaten çocuklar da iyice asabileşti, atışıp duruyoruz, yakında beni de saymayacaklar. Geriye dönsek daha mı iyi olacak orası da ayrı bir çile…’’ der.
İki cami arasında kalan beynamaz gibi ne orada ne burada yaşlanmak isterler. Değirmende ağaran saçlara benzer kır düşen saçları… Hayat gailesi insanların ömrünü törpüleye törpüleye tüketir bir gün nefeslerini…
Fatma Türkdoğan