KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Ölüm çoğu insanı korkutuyor. Kimi Tanrı’ya layık olmadığını düşündüğünden kimi geri de bırakacakları sevdiklerini üzmek istemediğinden… İnsan korkunun faydalı olmadığını yaşam ile ölüm arasındaki tek nefeslik çizgide durduğunu hissedince anlıyor.
Ben de korkuyordum. Bazen oturup, saatlerce korkardım ölmekten. Son nefesimi ne zaman vereceğimi düşünüp, daha çok korkardım. Ama içimde bana yalan söyleyen bir yanım vardı. Hayat çok uzun, çok vaktin var bu dünyada rahat ol derdi. İnanmak istemezdim ama inanıp hayatıma korkusuzca devam etmekten başka bir şansımın olmadığını da çok iyi biliyordum. O yanıma hep inandım. Hata yapmışım.
Sabah sekiz, ben her gün olduğu gibi iş yerime gitmek üzere evden dışarıya çıkmıştım. Her şey her zamanki gibi, sıradan. İçimde en ufak bir kötü düşünce yoktu. Hatta günlerce şiddetle ağrıyan başımın daha iyi olması beni mutlu ediyordu. Ama baş ağrımın azalması, doktora gitmeme engel değildi. Sıradan bir gün demiştim ya, aslında hiç de sıradan olmayan bir gündü, sadece ben, hastaneden aranana kadar… O gün bir doktorla randevumun olduğunu unutmuştum. Gün boyu randevumun olduğundan haberim olmadığından gayet sakin bir gün geçirdim. Öğlen bir gibi telefonum çaldı. Normalde beni kimse aramazdı. Kim olduğunu merak ederek açtım. Bir bant kaydıydı. Hastaneye gitmem gerektiğini bana hatırlatıyordu. O an mesai saatimin dışında bir saate randevu aldığım için mutluydum. Günlerdir ağrıyan başımın bana verdiği sinirle müdürüm ile tartışmıştım.
Biten mesaimin ardından hastaneye gitmek için yola koyuldum. Çalıştığım yerin çok yakınında olan hastaneye kısa sürede ulaştım. Ve büyük bir rahatlık ile sıramın gelmesini beklemeye başladım, o kadar iyi hissediyordum ki kendimi, aklıma kötü bir düşünce gelmiyordu, doktorun hiçbir sorun yok, gayet iyisin diyeceğine yüzde yüz emindim.
Çok geçmeden doktor ile görüştüm, benden birkaç tahlil istedi. Bana gereksiz gelse de tahlilleri yaptırdım. Sonuçları yaklaşık üç saat bekledikten sonra alabildim. Fakat hastane kapanmıştı sonuçları doktora göstermem gerekecekti. Kendi doktoruma bir sonraki gün gösterebilecektim ama bu bana o kadar zor geliyordu ki. Aklıma bana parlak olarak gelen sonuçları acilde herhangi bir doktora gösterme fikri geldi. Saat geç olmuştu, çok zaman geçmeden acilin olduğu bölüme gidip, acile yürürken gördüğüm doktordan sonuçlarıma bakmasını rica ettim. Doktor sonuca bakarken o kadar yüz ifadesine bakma ihtiyacı hissetmedim ki, o kadar iyi hissediyordum ki kendimi bir şey olmadığına fazlasıyla emindim. Değilmiş. Hafifçe başımı doktorun yüzüne doğru çevirdim, çevirdim çünkü bir insanın bu kadar susması normal değildi. Bir şey olsa söylerdi eğer varsa neden söylemiyordu, onu da bilmiyordum. Sormadım, içimdeki seslerin beni yönettiğine emin olmuştum artık sormak istiyordum ama soramıyordum. İçimdeki ses, sorarsam mahvolacağımı söylüyordu. Bekliyordum. Dilimin ucundaki kelimeler içimdeki sese karşı olan savaşını kazandığından olacak ki birden “Neden susuyorsunuz?” sorusunu sordum doktora. “Siz yarın tekrar gelseniz daha iyi olur benim bir şey söylemem doğru olmaz.” dedi.
Bir şey demedim, sonuçlarımı sakince doktorun elinden aldım ve hastane kapısına doğru yavaşça yürümeye başladım. Hiçbir şey düşünmüyordum ama hissediyordum. İçimde korku, heyecan, hüzün, merak ve bilinmezlik duygularının beraber yoğurulmaya başladığını hissediyordum. Evime ulaşana kadar içimde yaşattığım duyguları çözmeye çalışmıştım, ruhumla baş başa kalmak beni yormuştu. Yorulmuştum evet ama boş, soğuk bir evin beni iyi etmeyeceğini farkındaydım. Yürüdüğüm sokakların evimden daha sıcak olduğunu biliyordum. Fakat evime gitmekten başka bir çarem yoktu.
Apartmanın kapısından girdim, dairem zemin kattaydı, apartmana girdiğim gibi dairemin kapısında buldum kendimi, kapıyı açıp içeri girdim. İyi değildim. Bir anda bana ne olduğunu anlamlandıramamıştım. Oysa ki bir şeyimin olmadığına çok emindim. Başımda ağrımıyordu. Peki beni yatağıma yatıran şey neydi? Doktor hastasın dememişti, başım ağrımıyordu, hayatım sıradandı, hiçbir değişiklik yoktu, içinde ev sıcaklığı olmasa da başımı sokacak bir yerim vardı o zaman sorun neydi?
Yatağımdaydım ama sadece bedenim hissediyordu, ruhum neredeydi bilmiyordum. Olumlu tarafıma inanmaktan bıkmıştım, o bana her gece koyun sayarsan uyursun derdi. O gece uyuyamayacağımı biliyordum ondan ne kadar bıkmış olsam da ilk defa koyun sayıp uyumak istiyordum. Uyumazsam çıldıracak gibiydi. Nedenini bilmiyordum, bedenimle ruhumun ayrılmış mıydı? Bedenim değil, ruhum ağrıyor gibiydi. Gözlerim kapalıydı ama çok şey görüyordum, güzel anlarımı, hatalarımı, sevdiklerimi, göz yaşlarımı… Rüya mıydı bunlar? İnsan yaşadığı şeyleri aynen görür müydü? Görüyormuş demek. Gördükçe ağrıyordu ruhum, her gördüğüm kare boğazıma bir düğüm atıyordu. Ama inanın bilmiyordum ne olduğunu aslında bakarsanız düşünme yetimi kaybetmiştim. Beynim sanki bana, otuz senelik hayatımda içine aldığı her şeyi gösteriyordu. Ruhumun her zerresi acıyordu. Uyumak istiyordum uyuyamıyordum, sağa sola dönüp duruyordum. Uzanırken yoruluyordum, ben değil, ruhum yoruluyordu, bedenim ruhumu taşıyamıyordu. En son saatin sabah yedi olduğunu hatırlıyordum, evet o saate kadar ruhumla savaştım, anılarımla, korkularımla hatta en büyük korkum ölümle. Ölümle savaşmadım aslında bence ölümün bir provasıydı bu gece. Saat yedide uyuyakalmışım, rüya görmek için bile halim kalmamış olsa gerek telefonum çalana kadar aralıksız uyumuştum. İş yerinden gelen bir telefonla uyandım, telefonun diğer tarafında patronum işe geç kaldığım için avazı çıktığı kadar bağırıyordu, ne söylediğini dinlemedim bile.
“İstifa ediyorum.” deyip telefonu kapattım.
Her sabah haberlere bakardım, bu sabah umurumda değildi. Dün hastaneden çıkmadan doktorumdan randevu almıştım. Randevum saat ikideydi. Yatağımda doğruldum, yorgundum. Beynim yorgun, bedenim yorgun, ruhum boşluktaydı. Evin içinde boş boş yürüyordum. Bir şeyler yapıyordum ama anlamlandıramıyordum. Bir boşlukta gibiydim ama bir yanım da heyecandan yerinde duramıyordu. Bana acı veren şeyin boşluk olduğunu düşünmeye başlamıştım, sonu olmayan bir boşluk, sonsuzluk, belirsizlik insana acı verir miydi? Bana veriyordu. Saate bakmadım hatta yüzümü bile yıkamadan çıktım evden, sadece yanıma sonuçlarımı almıştım. Hastaneye gitmek beni korkutuyordu, sanki ölmek üzereymişim gibi hissediyordum, nefesim kesiliyordu.
Hastaneye ulaştığımda randevuma beş dakika kalmıştı. Hastane girişlerinde bulunan şık giyimli insanların yanına gittim ve kaydımı yaptırdım. Doktorun kapısına geldiğimde, hemşire benim adımı bağırıyordu. O yüzden zaman kaybetmeden doktorun yanına gidebilmiştim, hoş ruhum zamanı unutmuş gibiydi zaman önemli değildi çünkü benimle değildi. İçeri girdiğim gibi sonuçlarımı doktora uzattım. Gözlerimi doktordan ayırmıyordum ama ortada garip bir şey vardı doktor gülüyordu. Az zamanımın kalmasına neden gülüyor bu herif dedim içimden. Bu sefer direkt ne oldu diye sordum, kendimle savaşarak zaman kaybedemezdim çünkü kendimle çok savaşmıştım. Yorgundum. Doktor “Merak etme gayet iyisin, iş yoğunluğundan başın ağrımış olmalı.” dedi. Afalladım, teşekkür edip odadan çıktım.
Dün yürüdüğüm yolu yürümeye başladım. Ruhum geri geliyor gibiydi. Beynim eski yetilerine kavuşmuş gibiydi. Boşluk dediğim korkuymuş meğer. Beynim merak etmiş sadece, gece boyu hikâye kurmuş kendince. Hayata bağlı olmayan ama hayatının sonuna yaklaştığını düşünerek deliren bir başkası değil benmişim. Korkularıyla yüzleşemeyen kendini cesaretli sana ama kendini kandıran kendini kandırırken hastanenin psikiyatri bölümünde bir doktor önlüğü giyip bana çaresiz bir ses tonu ile verdiği cevabın içinde korkuyla kaybolanda benmişim. Ölümden korkup kendini ölüme atan benmişim.
İrem Polat