KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Meğerse hayatım boyunca hep bir mağdur edebiyatı ile beslemişim ruhumu. Kendime yetememişim de, hep bir beyaz atlı prens hayali kurmuşum. Geldi mi gelecek mi diye diye köşe bucak onu aramışım. Sonunda bulmuşum dizgin vuramadığı atı yüreğinde şahlanıp duran, prens görünümünü asaletinden, nezaketinden, altın kalbinden alan masal kahramanımı. Evet, gerçek olamayacak kadar masalsıydı. Peki, her masal mutlu sonla biter miydi?
Baskıcı bir ailede büyümenin etkileri insanın neredeyse bütün hayatına mal olabiliyor. Aileler eskiden çocukları üzerinde otorite kurmayı, onlara yasaklar sunmayı çocuğu terbiye etme olarak addederdi. Aileme kızamıyorum, onların da tek gördüğü, bildiği şey buydu. Ben de onlardan kuralcı olmayı, sınırlarımı çizmeyi öğrendim hayata karşı. Bu zaman zaman yordu tabii beni. İnsan ortam değiştirdikçe, yaş aldıkça sınırlarını günün şartlarına göre düzenleyebilmeli ya da esnetebilmeli. Katı bir disiplinle büyüdüğüm için çok zorlandım okul hayatımın bitişiyle. Mesela erkeklerle göz teması kurmak bir tabuydu benim için. Nitekim, iş yaşamımda da sıkıntılarını tecrübe ettim. Şefim sık sık konuşurken neden gözlerinin içine bakmadığımı sorgulardı. Geçiştirirdim, farkında olmadığımı söylerdim. Bir de çocukluk-gençlik döneminde “sen küçüksün, yapamazsın, bu senin eline yakışmaz, sen bırak, annen yapsın,” deniliyorsa vay halinize. İşte o zaman hayata yenik başlıyorsunuz, özgüveniniz sizi terk ediyor. Kendinize yetemediğiniz gibi kimseye de faydalı olamayacağınızı düşünüyorsunuz. Mesela “hayır” demek de öğretilmemişti bize. O yüzden çoktur katlandıklarımız, metazori yaptıklarımız. Bilmezdim benim için bir gün bunların tersine döneceğini. “Oh be, dünya varmış!” derler ya. “Oh be, şu koca dünyanın içinde benim de yaşamaya değer bir dünyam varmış.” dedirtti sevdiğim adam bana sonunda.
10 yıl önceydi. Ilık bir nisan ayı, çiçekler boy vermiş, ağaçlar yapraklarıyla salına salına bahara “hoş geldin” merasimi düzenlemekte. Tüm canlıların kanı kaynıyor adeta. Bahar bu, güzel haberlerin müjdecisi. Ne kadar da canım sıkkın olsa baharın kıpırtılarını, adım adım yaklaşan o güzel seslerini duyup kokusunu içime çektikçe, güzel günler kapıda derim hep kendi kendime. Kalbimin sanki son çırpınışlarıydı, acımasız terk edilmişlikler vardı üzerimde; tekrar sevmek, güvenmek, bağlanmak gibi olgular hükümsüzdü artık gözümde. Ama ufacık da olsa uğultulu bir ses yankılanıyordu derinlerimde. Kim bilir belki de düşmemek için sığındığım son avuntuydu. “Bir yol daha var.” diyordu bu ses. Uzun muydu, meşakkatli miydi, yakında mı, uzakta mı? Hangi yöne çevirmeliydim kendimi? Bunları hiç sormuyordum o zaman kendime. Sadece inanıyordum o yolu er geç bulacağıma ve akışa bırakmak istiyordum kendimi. Büyükler der, cahil cesareti, bizler deriz, anı yaşamak. Evet toydum, içime kapanıktım, korkularım vardı, geçmişim yakamı bırakmıyordu ama varlığını hissettiğim o belki de son yoldan da geçmek isteyecek kadar deli akıyordu kanım. Bir sekiz ay daha beklemem gerekiyormuş doğru yola kavuşana dek. Bu bekleme sürecini içimdeki yangınları söndürmeye çalışmakla, geçmişimle düşmanlığı bırakıp onu affetmeye uğraşmakla geçirdim ve bu yalnız günlerimi içimdeki o masum çocukla hasbihal etme fırsatı olarak gördüm. Her şey kendiliğinden oluveriyordu sanki. Bunca yıl kendimle ve seçimlerimle yüzleşememişken şimdi arenaya çıkmıştım ve ilk defa kendimi nedensiz, şartsız seviyordum. Evet nedensiz diyorum çünkü o yaşıma kadar hep bir neden aramıştım kendimi sevilebilmek, hayatta kalabilmek adına. Azimli olduğum için, alçakgönüllü, uyumlu biri olduğum için vs. Bu liste böyle uzar giderdi ama nasıl; kendimden, içimdeki asıl benden verdiğim ödünlerle. Meğer gelmekte olan sevgilinin kendinden önce bana ulaşan enerjisiymiş içimdeki bu değişimin sebebi. O gelmeden “sevmek, yaşamak” kelimelerini türetiyordum, inşa ediyordum içimde. O gelince bu sözcükler vücut buldu bende, eyleme geçti.
Tüm hafta sınav için hazırlanmanın neticesinde sersem bir haldeydim; okuldan çıkmış aniden bastıran nisan yağmuruna yakalanmıştım, bir an önce eve dönüp uyuma hevesiyle motora bindim. O kısacık mesafede hava şartları öyle bir değişime uğradı ki, bir mevsimden diğer mevsime geçtik sandım. Fırtınanın kuvvetiyle motor sarsılmaktaydı. İşte o an göz göze geldik. “Korkma, geçecek dinecek fırtına birazdan.” diyordu, bakışlarıyla ömrümde başka bir fırtınaya yol açacağını bilmeden.
Fırtına geçti, yağmur dindi. Şimdiyse içimizde tatlı bir meltem esmekte, aşk yağmuru damla damla inmekteydi üzerimize. Çok farklı bir dünyaya açıldı kapılarım varlığıyla. Tüm imkansızlıklar mümkün hâle geldi sevgisiyle. Aklı bir karış havada aşıklar değildik, ayaklarımız tam manasıyla yere basıyordu. Eğitimimde, iş hayatımda onun bana olan desteği, inancı çok büyük rol oynadı. Yeni bir kimlik oluşturmuştum adeta. O ise bende zaten var olan hasletlerin gün yüzüne çıkması için yardımcı olduğunu söylerdi. “İçinde ne cevherler varmış meğer, bin pırlantaya bedel” derdi. Bir özlü söz, gerçekten insanın özünden gelerek söylendiğinde karanlıklar aydınlığa kavuşuyormuş. Aydınlandım, günışığı ile çiçek açtım titrek mum ışığı gecelerine sırtımı dönerek.
Bir yazılım mühendisi ile bir edebiyat öğrencisi nasıl bir ortak paydada buluşurlar diye düşünmekten alıkoydu beni tüm hünerlerini sergileyerek. İlk buluşmamızdan itibaren şiirle karşıladı beni. Yıllarca içimde bir destan gibi sakladığım tüm cümleler volkan olup aktı adeta onunla birlikte. Her şey öyle güzel seyrediyordu ki günler birbirini kovalarken bizim sevgimiz büyüyor, gelişiyor, gittikçe daha da iyiye evriliyordu. Toz pembe değildi elbet, ufak tefek kırgınlıklar da olmuyor değildi; tadı tuzuydu onlar aşkın. Ama neyse ki çok kısa sürüyordu çünkü ikimiz de koca bir günü birbirimizin gülüşünü duymadan geçirmek istemiyorduk. Onsuz, sevgiden yoksun hayatımda bir gün o kadar uzun gelirdi ki bana hemen gece olsun isterdim, yalnızlığımdan soyunup uykuya, hayal dünyama dalmak için. Ama o vardı artık, günümü aydınlatan ışığım, yol arkadaşım. Koca bir gün nasıl mahrum kalabilirdim onun sesinden, nefesinden. Şükür ki aynı yerden bakıyorduk hayata. İkimizin de bir uzvu eksik gibiydi kırgınlık saatlerinde.
Her güzel şeyin bir bedeli var değil mi? Çok mutlu olmanın da bedeli ağır oluyor. Ömrümce hayalini kurduğum anların en güzelini yaşıyordum onunla. Mutluluğum o kadar yoğun ve coşkuluydu ki hiçbir olumsuz his beni etkisi altına alamıyordu o zamanlar. Ezelden beri onu bekliyormuşum, yaşadığım tüm olmamışlıklar, ıssızlıklar hep onun geleceğine delaletmiş. O ana dek tecrübe ettiğim tüm acıları, yalnızlıkları aklıyordum bir nevi. Başımda kavak yelleri estiğinden değil, ona ve samimiyetine sonuna kadar inandığım için. İnancıma bir an bile halel gelmedi. Kanlı canlı bir masaldı o benim hayatımda. Hâlâ da öyle.
Hayli maceralı bir yurtdışı seyahatinin akabinde geldi evlilik teklifi. İşi için İskenderiye’ye gitmesi gerekiyordu. Beni de davet etti. Ancak, o benden önce gidecekti. Zira benim bitirmem gereken mühim bir dosya vardı ve o sırada da vize işlemlerini halledecektim. İçim içime sığmıyordu, ilk yurtdışı tecrübem olacaktı hem de en değerlimle birlikte. Planlar hazırdı. İskenderiye’de işini bitirir bitirmez Piramitler’e seyahat edecektik. Ben hemen vize işlemlerine başladım ve o günün akşamı da onu uğurladım. “İpin bir ucu bende sımsıkı bağlı, diğer ucu da sende, onu hiç bırakmayacağını biliyorum, o ipe tutun ve doğruca benim yanıma gel.” dedi giderken. Kalplerimiz kenetliydi, birbirine mühürlüydü; yolumuzu kaybetmezdik biz. Uçak biletim hazırdı ancak günler geçmesine rağmen bir türlü vizeden ses çıkmıyordu. Konsolosluğu aradığımda uçağımın kalkışından bir gün öncesine tarih verdiler, kılı kılına yetişecektim. İşler her zaman planladığımız gibi gitmiyor tabii. O sabah erkenden heyecanla aradım yine elçiliği, telefonda birbirlerine paslıyorlardı beni ve ben her birine ayrı ayrı derdimi anlatmak zorunda kaldım. Nihayetinde o gün yetişmeyeceğini söylediklerinde ağzımdan çıkan kararlı sözlere, kesin bir dille takındığım üsluba ben bile inanamadım. Konsolosla görüştürdüler beni ve o da yanına davet etti beni. Heyecan verici bir gündü. Konsolosluk önünde birçok kişi sıra beklerken, ben kilitli kapıların ardına ulaşmayı başardım. Osmanlı devrinden kalma koskocaman kapılar altından geçerek han gibi bir odaya alındım ve konsolos geldiğinde beni ilgiyle dinledi. Kapıdan çıkarken vizem elimdeydi. Şanslı günümde miydim yoksa evrene yolladığım olumlu enerji bana katlanarak geri mi dönmüştü; her ne dersek diyelim Mısır’da yaşayacak günlerim varmış. Kavuştuk, rüya gibi bir tatilin bizi beklediğini sanıyorduk. Meğer bahar sadece bizim içimizde, aşkımızda değilmiş. Işık hızıyla yaklaşan bir Arap baharı varmış kapıda. Otele yeni varmıştık, üzerimizdeki yorgunluğu atmaya fırsat bulamadan bir kıyamet senaryosunun içinde bulduk kendimizi. Bu kadar insan ne ara organize olmuştu, nasıl akın akın dolduruyorlardı meydanları. O an dışarıda olmadığımıza şükrettik. Ama endişeliydik, bizi nelerin beklediğini bilmiyorduk. İnternet erişimi yoktu, telefonlar çalışmıyor, ailelerimizi arayamıyorduk. 10 gün mahsur kaldık ülkede, otelden dışarı çıkmaya cesaret edemeden. Onca gün bize çok şey öğretti. Güzel olan hiçbir şeyi ertelememek gerektiğini, elimizde olanların kıymetini bilmeyi ve en mühimi de yaşadığımız hiçbir an’ı heba etmemek gerektiğini. Zira ölümün tarihi, saati yoktu. Bu olaylardan sonra “vakit öldürmek” deyişini lügatimden çıkarmıştım. Vakit çok kıymetli bir kavramdı artık. Sıla hasreti biter bitmez parmağımda yüzükle buluverdim kendimi. Bir dönem kapanıyor, gizlerle dolu yeni bir perde açılıyordu hayatımda.
İnsanın hayatı bir anda mı altüst olur? Yoksa tehlike çanları ara ara yakınımızda çalıyordur da biz mi üstümüze alınmıyoruzdur? En nihayetinde “kader buluşturdu, kader ayırdı” diyebilir miyiz kayıp gidenlerin ardından? O, karşıma çıkmadan önce başıma gelen dramatik olaylarda sorumluluğumu yazgıma yüklerdim bir teselli bulmak için kaybedişime. Ama dedim ya o, benim doğru bildiğim tüm yanlışları sildi hayatımdan ve ben sorgulamayı, cevapları aramayı, kendimi boş avuntulara maruz bırakmamayı öğrendim.
O, öyle güzel saklamış ki sırtındaki yükleri benden. İçinde korkunç fırtınalar, kaybetme korkuları, derin pişmanlıklar varken kendimi prenses gibi hissettirmeye devam etmiş. Ben masal dünyamıza öyle bir kaptırmışım ki kendimi, yaşadığı travmalara vâkıf olamamışım. Şehir dışı iş seyahatleri artmıştı ama beni ihmal etmemeye özen gösteriyordu. Sonraları sıklaşmaya başladı bu geziler. Hatta bir ara takılmaya başladım ona. “Gizli görevde mi çalışıyorsun yoksa? Benden gizleme n’olur.” diyordum. Çok gülüyordu bu lafıma. Kahkahaya vuruyordu kendini. İnsan bazen diline gelenleri, haykırmak istediklerini susmak için ya çığlık atar ya kahkahayla katılırmış. O feryatlarını kamufle etmeye çalışırken benim kulaklarım tıkalıymış. Onun yüreği tir tir titrerken ben hep yazı, baharı yaşamışım. Onun gözlerinden hüzün ve çaresizlik akarken benim gözlerimin önünde kelebekler uçuşuyormuş.
Bir yıldız kayıp gitti ömrümün en güzel deminden, ardında yaşlı gözler, soru işaretleri, çıkmaz sokaklar bırakarak. Ne bir vedası ulaştı bana ne ufacık bir emare ondan aylarca. Kara kutuyu bulmak çok zamanımı aldı. Bilmek mi zor, bilmemek mi? Öğrenmeseydim gerçekleri, hep aynı dozda acıyla yaşar, buna alışırdım belki gitgide. Ya da bu bilinmezlik, bu belirsizlik bir gün tufan olur, patlardı içimde. Gerçek en nihayetinde önüme cam kırıklarıyla dolu bir yol olarak serildiğinde adım adım geriledim. “Keşke” dedim, “keşke çıkmasaydım yola, gönlümü daha da kanatacak bu yol ayrımına denk gelmeseydim.” Keşkelerle dolu cümleler koca bir hiç, anlamdan yoksun, içi boş. Zamanı geri sarabilmek mümkün değildir ama hakikatle yüzleşmek de mangal gibi yürek ister; hâl böyle olunca sarılırsın keşkelere bir faydası olmadığını bile bile.
Hainlerin gizli emellerinin, kirli pusularının kurbanı oldu. Bilgisayar kurdu olmasının bedelini canıyla ödedi. Yurtdışına gitmişti. Yazılımını geliştirdiği şirketin yasadışı işlerinden bihaberdi. Sadece işini yapmaya çalışırken onların ekmeğine yağ sürdüğünü nereden bilebilirdi? Meğer şirket adı altındaki bu iğrenç oluşum bilinen iş insanlarına, üst düzey yetkililere suikast hazırlığı içerisinde ve büyük bir vurgun gerçekleştirmek üzereymiş. Metin bu gizli listenin şifresini çözünce yetkili makamlara gidip bunu bildirmeye fırsat bulamadan farkına varmışlar ve tehditler başlamış. Ailesinin ve benim konumumuzu bularak ters bir hareket yapması durumunda bizimle tehdit etmişler onu. Yanıma son gelişlerinde meğer hep göz hapsindeymiş. Benim de gözlerim onun sırtındaki kamburu göremeyecek kadar körmüş. Keşke tekrar gitmeseymiş, şantajlara boyun eğmeseymiş. Ne olurdu o zaman bu hikâyenin sonu. Belki de hepimizin ölümü olacaktı, bizim için feda etti kendi hayatını. Ve tekrar oraya döndüğünde aylarca ülkeden çıkmasına izin vermemişler.
“Kalbime dokun, bak her atışında sana koşuyor, hele sen yanımda yokken daha da süratli koşuyor sana bir an önce varabilmek için.” derdi. Korkardım kalbinin bu hızlı tıkırtısından ama koltuklarım da kabarırdı benim için böyle delice atan bir kalp için. İşte o dokunmaktan korktuğum, hiç kırmaya kıyamadığım dörtnala giden kalp, bağrındaki yangına daha fazla dayanamamış ve durmuş bir gün. O lanet mahzende aylar sonra bulabilmiş polisler, kalbini bana emanet eden sevdiğimi. Ne beklenir ki üçüncü dünya ülkesinden? Her şeyin ağır işlediği, insan canının ehemmiyetinin olmadığı, belalarla dolu bir toprak parçası. Acımız bize yetmiyormuş gibi ülkedeki lanet prosedürler yüzünden naaşına bile çok geç kavuştuk. Öldürmeyen acı güçlendirir mi? Naaşına, atmayan kalbine dokunurken yıkılmamamın açıklaması bu mudur? Ellerimle toprağa verirken onu, gözyaşlarıma hâkim olabilmem ne ile açıklanır? Onun kalbi atmıyorken benimki eskisinden daha hızlı atıyor artık. Çünkü emaneti bende. Sadece güzel anılarımızın imgeleriyle hayatta kalabiliyorum ben. Ben bir uçurumdan düştüm onun gidişiyle ama düşerken uçmayı, anılarımıza tutunmayı da öğrendim. Onu kalbimde yaşatıyor, emanetini son nefesime kadar onu yad ederek taşıyacağımı biliyorum.
Elif Güler