KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Dalgalı bulutlar gökte ne kadar hızlı hareket ediyorlardı, oysa burada hava ne kadar sakindi, ne kadar ıssızdı burası. Çılgın bir rüzgâr, belki de bir kasırga esiyor olmalıydı gökte. Belki de bulutların başka bir derdi vardı maviyle. Mavi ile beyaz pamuk gibi birbirinin üstüne savrulup duran bulutlarla birlikte iç içe geçmiş ve öylece duruyorlardı. Vakit geceye çalıyordu artık. Bol hasretli, bol özlemli bir vakitti ve uzun saçlı bir ıstıraptı gece. Çocukluğunu, kendini, köyünü kentini düşlemeden duramıyordu hiç.
Vakit sabaha erişirken küçük ve külüstür dolmuştan indi Ahmet Efendi. Evlerine giden patika yola girip gözlerini tepeye dikti. Bakışlarını yalnız başına garip kalmış evinin üzerinde sabitledi. Eskiden iki büyük otobüsle insanların günlük işleri için şehre heyecan ve merakla akın ettikleri, günübirlik gidip geldikleri köye şimdi modernleşmenin etkisiyle küçülen dünyada küçük bir yolcu minibüsüyle gidip geliyorlardı. İlk gençlik çağından beri ayrı düştüğü baba yurdu köyüne nihayet emekli olduktan sonra gelebilmişti. Minibüsten indi, yavaş adımlarla çocukluğunu, gençliğini, ömrünün çoğunu geçirdiği, kendi elleriyle yaptığı tek katlı, şimdi çehresi soluklaşmış, sıvaları dökülmüş, çelenkleri düşmüş, şakakları çökmüş kerpiç evin önüne geldi.
Küçük tepeye çıkmak için hafif yokuşu tırmanırken büyük bir merak ve heyecan içinde etrafına bakıp duruyordu. Neden sonra kalbinin heyecandan hızlı hızlı attığını hissetti. Evin önüne gelince geri dönüp köyün içine doğru baktı. Çocukluğunun geçtiği bu küçük tepede köyün bütün evleri görünüyordu ama kimsecikle yoktu ortada. Her yer ıssızlığa ve sessizliğe bürünmüştü. Uzun ve hüzünlü bir ıslık çalıyordu sanki ıssızlık içinde. Acılarına dayanarak derin bir ah çekti, gözlerini eve doğru kaydırdı. Ergen bir yalnızlık gelip özenle içine yerleşti. Hazinle bitmiş bir ömrün hüznü gelip kalbine yuva kurdu. Demek ki kuluçkaya yatıp çoğalacaktı hüzün.
Issız ve sahipsiz kalan evlerin çatılarına iyice yerleşip yuva kuran kuşların ve güvercinlerin sesi de olmasa burada hayat var mı diye şüpheye düşerdi insan. Kendi elleriyle yaptığı kerpiç evinin toprak kokusu ve gökteki mavilik hariç her şey değişmişti. Evlerin çoğu yıkılmış yerine beton yığını soğuk ve duygusuz yeni evler yapılmıştı. Yıkılmayanlar ise harabeye dönmüştü. Köy öyle bir sessizliğe bürünmüştü ki ne duvarın dibinde mavi bilyelerle neşe içinde misket oynayan çocuklar vardı ne de yere açtıkları küçücük çukurlar vardı. Dönüp köyün bakkalına doğru aheste aheste yürüdü. Belki orada tanıdık birilerini bulurum, diye düşündü. Birkaç çocukla karşılaştı ama onlar misketlerle, değneklerle, kiremitlerle oynamıyorlardı, ellerinde telefonlar vardı, iletişim aracı olmaktan çok çocukları hayattan kopartan, sanal âleme mahkûm edip duygusuz ve hissiz yapan telefonlar vardı ellerinde. Onlar birbirleriyle değil hayatı zehirleyen, sevgiyi öldüren telefonlarla oynuyorlardı. Açık mı diye heyecanla yöneldiği Erkan Bakkal’ın kapısı da kapalıydı, kapıya vurdu ve defalarca seslendi fakat açan olmadı. Üzüntü içinde büsbütün umutsuzluğa kapılarak döndü, tekrar evine doğru yürüdü. Duvarları yıkılıp giden bahçenin içinde susuzluktan kurumuş yaşlı kayısı ağacının kökü hâlâ yerinde duruyordu. Kütüğe dayanıp tek tük gelip yanın geçen çocukları süzdü gözlerini yumarak.
Merdivenleri tırmanıp evin kapısına yaklaştı. Antreye ışık dolduran pencerenin kırık camından içeriye baktı. Doğup büyüdüğü bu evde kendi çocukluğunun hayalini gördü. Gözleri nemlendi. Kapıyı açmadan önce dönüp çardaktan dışarıya doğru baktı. Karşı dağlarda, uzak tepelerde gezdirdi gözlerini. Sonra, şimdi yerinde yeller esen, duvarları yıkılmış, bütün ağaçları kurumuş bahçeye baktı. Çocukluğu ve gençliği, birlikte oynadığı arkadaşları, gölgesinde oturup meyvelerini yediği ağaçlar, şimdi kurnasından su akmayan soğuk suyundan içip serinlediği çeşme geldi gözünün önüne. Komşuların sıraya girerek bostanlarını, ağaçlarını suladıkları su arkının başında durup elindeki bastona dayanarak durdu ve etrafa baktı, her gün elleriyle suya yol açan ağaçları sulayıp sevgiyle besleyen büyük annesi geldi gözünün önüne. Bütün kalbiyle arzuluyordu o günlere geri dönmeyi, yeniden yaşamayı o günleri.
O günleri öylesine arzuluyordu ki, dönmek ve gidip evlerinin önünü her gün süpürüp sulayıp ak pak eden annesine sarılmak istiyordu fakat bir hıçkırık gelip düğümlendi boğazında, ağlayası geldi işte o anda. Eğilip çardağın merdivenlerine oturdu. Doğup büyüdüğü, hayata gözlerini açtığı kendi topraklarına yabancıydı. Bağrında annesiyle babasını saklayan bu topraklarda şimdi bir misafir gibi duruyordu. Ne garip ve ne acayip bir durumdu bu? Gerçekten de uzaktan geçip giden çocuklar bir yabancı gibi bakıyorlardı ona. O ise kendisini tanıyan biri çıkar mı diye bakıp duruyordu.
‘‘Hey gidi günler, hey!’’ dedi içinden hüzünlü ve buruk bir ses. ‘‘Hey gidi günler, nereye gittiniz, bir daha gelecek misiniz, ben burada sizi bekliyorum işte, haydi gelin artık.‘’
Leylek sesleriyle uyanıp hayal âleminden çıktı. Kafasını yukarı kaldırdı, baktı, kalabalık bir leylek katarı geçiyordu köyün semalarından. Leyleklerin ardından göklerin maviliğine daldı ve bakışları bulutlarda mıhlandı. Şimdi bu mahallede onu tanıyan, bilen kimse kalmamıştı, kalmamıştı işte. Tanıyan birileri olsaydı belki yıllar sonra içinde bir yaraya dönüşen eski günlerin hasretini bir nebzecik de olsa giderebilirdi ve aslında bunu umarak gelmişti buraya.
İkindi vaktine kadar bekledi oracıkta, geçmiş günlerin hayallerinin başında oturdu. Biraz sonra bir şey hatırlamışçasına ani bir hareketle yerinden kalktı ve evin arkasına doğru yürüdü. Oradan köyün tarlalarına giden yola girdi. Bu vakitte yakınlardaki tarlalara giden olmuştur, belki onları bulurum, belki beni tanıyan biri olur, diye düşünerek tozlu yolda yürüdü. Çöle hâkim olan tepeye ulaştığında bütün çöl, bütün tarlalar ayaklarının altındaydı fakat hiç kimse, hiçbir şey yoktu, yoktu işte. Issızlık içinde bir seraptı çöl. Dönüp tekrar evine geldi. O geceyi evde tek başına geçirdi. Sabah uyanıp evden çıktı. Uzun saçlı bir ıstıraptı gece.
Gözleriyle tanıdık birilerini arayarak yürüdü, asfalt yola girdi fakat bu vakitte şehre giden araba yoktu, gelen arabalara el kaldırdı ama nafile, tanımadıkları bu adamı kendi köylüleri olan belki birlikte büyüdüğü, oyun oynadığı arkadaşlarının çocuklarıydı bunlar ama onu yabancı diye arabalarına almıyorlardı. Köyden çıkan yolun tepesine doğru yavaş yavaş yürüdü, yabancı plakalı bir araba geldi, buranın insanıdır diyerek durdu, arabasına aldı ve hızla gözden kayboldu. Kendi köyünde yalnızca köpekler ve kuşlar fark etmişti kendisini.
Arabaya bindiğinde kafasını çevirip arka camdan köye doğru baktı, ‘‘hüzün,’’ dedi sonra içinden ağlayarak. Yakıcı bir keder gelip alev gibi kalbini yokladı, içini yaktı, yüzünü yaladı.
‘‘Hüzün ki bakışlarımda saklanan gizdir her zaman. Bana en çok seni anlatan, en çok yüreğimi ağlatan, uzun bir ıslık çalıyor içimde ıssızlık. Tutunduğum bir ip gibiymiş meğer bu dünya.”
Koptu ve boylu boyunca dağıldı antik zamanlardan dakikalar. Gözlerinin feri söndü, hasretle birlikte geçmiş, içinde küllendi, kor bir ateş oldu içinde.
İsmail Okutan