KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Bütün yazılarımda ve anlatımlarımda Şavşat’ı çok sevdiğimi, iyi ki burada doğduğumu belirtmiş ve beyanda bulunmuşumdur. Sakın çok mutlu, dört başı mağrur bir çocukluğumun geçtiğini düşünmeyin. Çocukluğumda, gençliğe geçiş yıllarımda çok yoksulluklar, çileler gördüm ve yaşadım. Ama nedense hiç bu memlekete kırılmadım, darılmadım. Hele anneme babama hiç kırılmadım, onları sorgulamadım, suçlamadım. Çünkü eğitimsiz, ilkokulu okumamış insanlar, kendilerini feda ederek ancak bu kadar mücadele yapabilmişler. O yoksulluk, sefalet ve mücadele beni daha çok pişirdi. Hayata bakış açım çok genişledi. Empati yapmayı, azla yetinmeyi öğrendim.
Çocukluk dönemimde, insanlarımız fakirlik ve yoksullukla boğuşuyorlar. Kendi ürettikleri kendilerine yetmiyor. Bunun en önemli nedenin cehalet olduğunu düşünüyorum. Bir nedeni de ne Osmanlı döneminde ne de Cumhuriyet döneminde Artvin ve çevresine hiç yatırım yapılmamış olması. Sanırım sınır ili olması ve kırk yılı aşkın bir süre Rusya yönetimi altında olması daha çok engellemiş yatırımları. Ne annem ne de babam okula hiç gidememişler. Hele babam bunun acısını hayatı boyunca çekti ve anlatırdı. “Beşinci sınıfa kadar okula gitseydim eğer askerde Ali Okulu’na gitmezdim. Tüm mal varlığımı bağışlardım,” derdi devamlı. Ben de ona hak veririm. Asıl kendime değil ona üzülürüm. Ben okuma şansı buldum ama onlar ilkokul olsa dahi bu şansı bulamadılar. O zamanlar merkez köyler hariç, Şavşat’ın bütün köyleri bu durumdaydı.
Bin dokuz yüz ellili yıllarda bölgemize bir güneş doğmaya başlıyor. Kars’ın Susuz ilçesinde açılan Köy Enstitüsü Cilavuz… İlkokuldan sonra zeki ve parlak bir grup öğrenciyi basit bir sınavla alıp yatılı olarak okutup öğretmen olarak ülkenin en ücra köşelerine gönderiyorlar. Onlardan bizim köylerimize ve ilçemize de geliyorlar. Bunlar, adeta yöremizin kaderini değiştiriyorlar. Beyinlere ‘insanların fakir olması bir kader değildir’ düşüncesini yerleştiriyorlar. Bunlar tam bir mucize yaratıyor. Gerek kıyafetleri gerek mücadeleleri, bilgileri ile tüm yöre ve köy halkına örnek oluyorlar. Bütün anne babalara rol model oluyorlar. Anne ve babalar şöyle diyorlar. “İşte benim çocuğum okuyup böyle olmalı. Yeter ki çocuğum okusun; gömleğimi satar okuturum.” Bu laf bir efsane şeklinde herkesin dilinde dolaşıyor. Bu düşünce sadece lafta kalmıyor. Kız erkek ayrımı yapmadan herkes çocuğunu ilk ve ortaokula göndermeye başlıyor. Ama bu öyle kolay olmuyor. Çünkü çocuklar, hayvan otlatır, tarlada bahçede iş yapar, aile bütçesine katkıda bulunurlar. Çocuk okula gidince aile bu katkıdan mahrum kalır. Ayrıca okul masrafları da bunun cabası. Anne ve babalar kendi yemesinden içmesinden keserek, tasarruf edip çocuklarını okutmaya başlıyorlar.
Benim yaşadığım mahallede okul yoktu. En yakın okula beş kilometre mesafe vardı. Okul zili çalmadan iki saat önceden kalkardık yataktan. Yedi yaşında ayağımızda kara lastik, sırtımızda bezden yapılmış çanta asılı, arkadaşlarla grup halinde yola çıkardık. Sonbaharda bu yolculukta bir sıkıntı olmazdı. Çünkü hava sıcak, yollarda kar tipi olmadığı için mutlu bile olurduk.
Ekimden sonra kar yağardı. Yollarımız karla kaplanırdı. Havalar soğurdu. Üzerimizde kalın giysiler yoktu. Mont, atkı, bere, eldiven gibi giysilerin varlığından bile bihaberdik. Okula giderken, gelirken büyük öğrenciler önden tek sıra halinde yola koyulurduk. Köyümüz 2000 metre rakımda kurulu olduğu için, çok korkunç soğuklar olurdu. Saçımız sıfır numara ile tıraşlı, giydiğimiz giysiler ise altta uzun bir don, üzerinde askılı pantolon, üst giysiler ise içte gömlek, onun üzerinde siyah bir önlük, başka hiçbir şey yoktu. Sadece ellerimizi soğuktan korumak için pantolonun cepleri vardı. Elbisemizin olmayışını, havanın soğukluğunu, yaşantımızın neden böyle olduğunu hiç mi hiç sorgulamazdık. Çünkü başka bir hayatın olduğunu bilmezdik.
Bir gün öğleden sonra ders yapıyorduk. Öyle yoğun bir kar yağışı başladı ki, dondurucu kuzey kutup soğuğu ile birlikte şiddetlenen fırtına, tek iz olan yolları anında kapatmıştı. Bizim evimiz okula arkadaşlarımızınkinden uzak olduğu için bizi okuldan erken bıraktılar. Öğretmenlerimiz “Peranetliler -ikamet ettiğimiz mahallemizin adı- hazırlanıp hemen yola çıkın,” dedi. Sınıftan çıkınca korkunç manzara bizi karşıladı. Kulaklarımızı ve çıplak olan başımızı soğuğa ve rüzgâra karşı korumak için, cebimizde taşımamız mecbur olan küçücük bez mendilimizi çıkardık. Okulu rüzgâra karşı kendimize cephe alarak mendili üçgen şekline getirdik. Başımızdan başlayarak, kulaklarımızın üzerinden geçirip, çene altından düğüm atmamız gerekti. Ancak işin kötüsü mendil, küçük olduğu için uçları birbirine bağlanmıyordu. Çenemin altında düğüm atılmıyordu. İlk düğümü atıyor, ikinci düğümü bir türlü atamıyordum. Tabii bunda ellerimin üşümüş olması, yaşımın küçük olması, el kaslarımın gelişmemiş olması da etkiliydi. Zar zor ikinci düğümü atıyorum.
Bez çantamız sırtımızda, büyük arkadaşlarımız önde, tek sıra yola koyulduk. Kuzeyden esen kutup rüzgârına karışan kar taneleri, bedenimize, çıplak başımıza ve yüzümüze düşünce suratımızı ateş gibi yakıyordu. Tabii bu deneyimi yaşamayan ne anlatmak istediğimi anlayamaz. Tepeye çıktığımızda rüzgâr şiddetini daha da artırdı. Yüzümüz, kulaklarımız donmak üzereydi. Bu durum, organlarımızı farklı bir organ ya da sonradan takılmış bir aparatmış gibi hissetmemize neden oluyordu. Kanımız içimizde donmak üzereydik. Tam zirvede tipi, karı temizlemişti. Sanki buraya hiç kar yağmamıştı. Tepeden aşağı, yokuşa doğru yöneldik. Üç yüz metre sonra küçük bir tepe daha vardı. Yolumuz, o tepenin üzerinden geçiyordu. Gel gör ki fırtına büyük tepeden aldığı karı küçük tepeye yığmıştı. Biz yöresel olarak o kar yığıntısına kürtük derdik. Ben de bu ismi kullanacağım. Öyle bir kürtük oluşmuş ki, en az dört metre yükseklikteydi. Bizim oradan geçmemiz imkânsızdı. Kürtüğün alt tarafında Eskimoların evi gibi bir mağara oluşmuştu. O mağaraya girdik. O kadar sıcak ki, ev gibi geldi bize. Biraz dinlendik, uykumuz geldi. Şimdi anlıyorum ki, hipotermi -vücut ısısının normalin altına inmesi- oluşmuş vücudumuzda. Bizden büyük abilerimiz buradan geçmenin tek yolunun tünel açmak olduğuna karar verdiler. Sıra ile elleri ve başı ile karı delmeye başladılar. Yorulan bırakıyor diğeri başlıyordu. Uzun bir çaba sonunda bir kişinin sığacağı kadar bir tünel açtılar. Büyük bir iş başardıkları için naralar atmaya başladılar. Biz küçükler de onlara katıldık. Sıra ile kar tünelinden geçtik. Kar, fırtına, soğuk içinde büyük mücadele ile evimize vardık. Evde bizi ailemiz normal bir günmüş gibi karşıladılar. Çünkü kış boyu ve ilkbahar gelinceye kadar onlarca böyle vakalarla karşılaştık. Anlıyorum ki bu tür olaylar ailemizin yaşam tarzından sadece birisi, yani abartılacak bir şey yok…
Yücel Bilgin