TÜRKÇENİN DİL KÖPRÜLERİ “Gelecek geçmiş üzerine bina edilir.” Ben, dil isimlerinin en soylusu, ‘Türkçe’yim. Ben ilk ses, ilk hece, ilk kelimenin kaynağıyım. Ben kucakta süt,...
Bir Eşrefoğlu Rumi varmış. Allah’a âşık, ilim bilen, mektep görmüş bir zat-ı muhteremmiş. Öyle yanık sözler bırakmış ki dünyaya, onları okuyan ve duyan da yanmış.
“Ey Allah’ım beni senden ayırma
Beni senin didarından ayırma
Seni sevmek benim dinim imanım
İlahi din-i imandan ayırma.
Balığın canı su içinde diridir
İlahi balığı gölden ayırma
Eşrefoğlu senin kemter kulundur
İlahi kulu Sultan’dan ayırma.”
Eşrefoğlu güzel kitaplar yazmış. Derler ki; “Kim onun kitabından okursa gönlü dirilir, huzura erer.” Mevla diri gönüllerden sadır olan sözleri de diri kılmışmış. Onlara can vermiş ve o sözcüklerin ruhu varmış. Allah kimi dilerse onun için kelimeleri de diriltirmiş. Onlar sadece baş gözüyle değil kalp gözüyle de okunmalıymış. Baş gözü her akıl sahibinde varmış da kalp gözünü Allah dilediği kuluna verirmiş.
Eşrefoğlu Rumî ‘Müzekkin Nüfus’ diye bir kitap yazmış. Bu kitap beş yüz yetmiş üç yıldan beridir okunuyormuş. Bu kitabın (Bahar Matbaası 1972/İstanbul baskısı) 213. sayfasında: “Dünya kaygılarından bir kaygı ile bir gece yatana Hak Teâlâ yetmiş kaygı ve acı verir, birisini bile gidermekten aciz kalır. Ertesi gece yetmiş kaygı ile yatar ve böyle böyle gönlüne dünya muhabbeti dolar, dünya muhabbeti doldukça zikrullahı unutur, zikrullahı unutunca Hak Teâlâ da o kişiden inayetini keser. İman tadını onun gönlünden siler, giderir yerine zulmet doldurur. Bu hale düşen, isterse her gün oruç tutsun ve geceleri sabaha kadar namaz kılsın, dilerse hacı olsun, isterse gazi olsun, hatta Mekke-i Mükrime’ye giderek mücavir kalsın ve veli olsun… Mademki dünya muhabbeti gönlünde galiptir ona Hakk’ın inayeti yoktur. Peygamberin şefaati yoktur. Velilerin himmeti yoktur. Bunun delili şudur.
Miraç gecesi Hak Teâlâ Hazretleri ile Hz. Muhammed Mustafa (SAV) arasında doksan bin kelime konuşuldu. Hak Teâlâ Resulüne nice sırları vahiy etti ki onları hiçbir peygamberine bildirmemiştir. ‘Esrar-ı Vahiy’ adlı bir risale vardır. O risalede zikrolunmuştur ki, Resul Aleyhisselam’a buyurduğu sırlardan birisi de şudur. “Ya Muhammed, bir kimse yer ve gök ehli kadar namaz kılsa, yer ve gök ehli orucu kadar oruç tutsa, melekler gibi yemek yemez olsa, sırtına arifler gibi elbiseler giyse; ben onun bu ibadetlerine bakmam. Eğer onun gönlünde zerre kadar dünya sevgisi ve övünmesi olsa veya halka ibadetini göstermek meyli bulunsa yahut süslenmek merak ve sevgisi olsa; ben onu komşu edinmem. Öyleleri benim muhabbetimin tadını tadamazlar. Çünkü gönüllerinden muhabbetimi çeker alırım. Onların gönüllerini karanlıkla doldururum. O kadar ki beni unuturlar. Selamımdan ve rahmetimden uzak kalırlar.”
Eşrefoğlu Rumî böyle deyip anlatmaya devam etmiş. Adeta inci mercan dizmiş. Yazdığı şeylerin okundukça okunulası gelmiş. Allah nice sadırlara şifa etmiş bu kitabı. Usta yazar, söz ustası Eşrefoğlu’nun dükkânında çırak olup ondan inci mercan devşirmeliymiş. O ki kitabını hikâyelerle de süslemiş. Hem ayet hem hadis hem hikâye kullanarak kitabını keyifli hale getirmiş. Kim bilir bu hikâyeleri nereden derlemiş?
Eşrefoğlu çok eski bir adammış. Ne zaman doğmuş kimse bilmezmiş amma bin dört yüz altmış dokuz senesinde bu dünyadan ayrılmış. Ailesi Mısırlıymış. Fakat ata kökleri Mekke’de Hz. Muhammed Aleyhisselam’a dayanıyormuş ama gelip Türkiye’ye yerleşmiş. İznik kentine… Adı Abdullah’mış. Babasının ismi Ahmed Eşref olduğundan Eşrefoğlu diye anılmış.
Eşrefoğlu ilden ile elden ele gezmiş. Büyük insanlar böyledir. İlim için irfan için dünyanın bir ucuna giderler. Hatta bırakın dünyayı onlar ilim için Süreyya yıldızına bile giderler. İşte nerelere gitmemiş ki!.. Suriye’nin Hama şehrine… Daha sonra Anadolu’ya gelip yerleşmiş. Anadolu’da İznik’te yaşamışlar. Sonra Bursa’ya gitmiş. Bursa’da Çelebi Sultan Medresesi’nde tahsile başlamış. Medresenin tanınmış hocalarından Mevlana Hocazade ile Mevlana Tusî’den ilim öğrenmiş. Böyle çok ilimler tedris ettikten sonra gördüğü bir rüya üzerine Bursa’da Emir Sultan’a başvurmuş. Emir Sultan onu Ankara’da bulunan Hacı Bayram-ı Veli’ye göndermiş. Orada on bir yıl riyazet ve mücahede ile ağır hizmetlerde çalışmış. Hacı Bayram-ı Velî de onu çok beğenerek kızıyla evlendirmiş ve ilimde daha da ilerlemesi için Suriye’de Şeyh Hüseyin el-Hamevî’nin yanına göndermiş. Sonra İznik’te ders vermeye başlamış. Böylece Kadirîler arasında Abdulkadir-i Geylani’den sonra ekolün ikinci piri sayılmış.
Eşrefoğlu’nun yazı ustalığı tasavvufî inançları doğrultusunda şekillenmiş. ‘Müzekkin Nüfus’u’ iyi anlaşılsın da halk doğru yola gelsin diye Türkçe olarak yazmış. Kendi döneminin eserlerini tarayarak hazırlamış bu kitabını. Böylece devirleri devirlere ulamış.
Şimdi onun Müzekkin Nüfus ‘undan bir hikâye yazayım da gönlünüze neşe katsın.
“İsa Aleyhisselam bir gün bir yere gidiyordu. Bir ırmak kenarına vardı. Bir müddet dinlendi, abdest aldı, birkaç rekât namaz kıldı ve o ırmağın suyundan birkaç avuç su içti. Çok hoş ve tatlı bir su olduğunu anladı. Dört tarafına bakındı ve gördü ki, bu ırmağın kenarında içi su dolu bir küp gömülmüş bulunduğunu gördü. O küpteki sudan da içti ve gayet acı olduğunu fark ederek bu işe şaştı. Zira bu küpe su o ırmaktan geliyordu. Şu halde ırmağın suyu neden gayet tatlı ve küpün suyu ise gayet acı idi? Hayretler içinde kaldı ve bir karara varamadı. İşte tam bu sırada Cebrail Aleyhisselam geldi ve dedi ki: “Ya Nebiyyallah! Hak Teâlâ sana selam etti ve küpe sorsun. Küp, suyunun neden acı olduğunu ona haber verecektir.” buyurdu. Bunun üzerine İsa Aleyhisselam meseleyi küpe sordu ve küp, Allah’ın desturuyla dile gelip cevap verdi. “Ya Nebiyyallah” dedi. “Ben bir ulu padişah idim. Dünyada üç yüz yıl ömür sürdüm. Peşim sıra üç yüz bin asker gelirdi. Üç yüz ulu şehrim vardı. O üç yüz şehirde üç yüz ulu sarayım vardı. Bu üç yüz sarayıma ara sıra gider ve zevk ederdim. Bu zevk ve sefada iken bir gün ansızın bana hastalık geldi. Sonunda Azrail Aleyhisselam’ın harbesini yedim, can acısı çektim. Bütün o saltanat, devlet, hükümet, iyş-u-nûş, zevk ve temaşa hepsi bir anda elimden çıkıverdi. Bunlardan hiç birisinden bana fayda olmadı. Bütün görüp geçirdiklerim bana bir gün bile gelmedi. Beni bir yere gömdüler ve üzerime büyük bir türbe yaptılar. Üç yüz yıl o türbede yattım ve çok ağlayıp feryat ettim. Lakin hiç kimseden medet bulamadım. Üç yüz yıl sonra bir zelzele oldu ve türbem yıkıldı. Üç yüz yıl kadar o şehir bir harabe halinde kaldı. Sonra o şehri tekrar imar ettiler. Benim türbemin bulunduğu yere bir kiremitçi geldi. Kiremit pişirerek satmaya başladı. Bir gün o yerlerin padişahı da geldi. O şehre büyük bir saray yaptırdı. Saray için kiremit ısmarladı. Benim türbem olan yerden ve benim etim, kemiğim karışmış olan topraktan kazdılar, balçık yaptılar, kiremit döktüler. O padişahın sarayını bu kiremitlerle örttüler. Yıllarca kiremit olup padişah sarayının damında durdum. Aradan yine zaman geçti, o padişaha da zeval erişip öldü. Sarayı da yıkıldı ve kiremitleri kırıldı. Ondan sonra o şehre bir küpçü geldi. Sarayın bulunduğu yeri kendisine imalathane olarak seçti. Benim etimden ve kemiğimden olan kiremitleri de dövdü, balçığa karıştırdı ve bir küp yaparak sattı. Bir zamanda evlerde ve yerlerde küp olarak durdum. Nihayet büyük bir sel geldi, beni bulunduğum yerden söktü çıkardı. Şuraya da getirdi bıraktı. Yıllardan beridir burada duruyorum. İsa Aleyhisselam küpe sordu: “Hikâyeni anladım. Amma benim asıl merak ettiğim şudur ki ırmağın suyu gayet tatlı olduğu ve senin içine de o sudan dolduğu halde senin suyun neden acıdır?”
Küp bu soruyu da şöyle cevaplandırdı: “Ya Nebiyyallah, ne zaman ki Azrail Aleyhisselam harbesini bana vurunca ölüm acısı benim bütün gövdeme yayıldı. Etime de kemiğime de bu acı sindi. O acı hâlâ benden gitmemiştir. Benim içimdeki suyu acılaştıran da işte o acıdır dedi.”
Teslime Gülsen Nurdoğan