SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
“Aslı yok yaylasında bin beş yüz koyunum var benim!..”
Gülmece de olsa böyle atma ve sallama becerim (!) yoktur. Yaylamızın aslı var da o kadar koyunum yok. Ha, isteseydim bin beş yüz koyunum olur muydu? Bal gibi olurdu. Geçerdi bile. Öyle fazla mal mülk edinme hırsı bulunmaz bende. Yeteri kadar olması yeter bana. Yüze yakın koyunla, üç inekten fazlasını satarım. Düzgün otlatıp, koç katımının zamanını iyi ayarladığım için döle yatkın seksen küsur koyunun neredeyse dörtte biri çift kuzular. Ara sıra, ineklerimizden de koyunlara özenenler olur. Ben şuna inandım. Hayvanına bir adım yaklaşırsan hayvanın sana iki adım yaklaşıyor.
Hayvancılıkta; hayvan otlatacak meran varsa, kışlık otun, samanın, kendinden yemin olursa ve bunlardan da önemlisi hayvanlarını özünden bir parça sayarak çobanlık yaparsan iyi para kazanırsın. Hazır yemlerle hayvancılık yaptığında ise, yem fabrikalarına çalışmış olursun. Hayvanlarıma yapay yem yedirmediğim için yem fabrikalarıyla satıcılarına zırnık koklatmam. Hayvancılık, ailecek yapılacak bir iştir. Ona buna para akıtırsan iki yakan bir araya zor gelir. Ota, samana, yeme ve çobana para vermediğim için hayvancılıktan bir senede kazandığım para iki sene yeter bize.
Mal, süt, peynir, yün ve yapağı satış kazancımın yanında Bağ-kur’dan da emekliyim. Bankada da bir miktar paramız var. Onun getirisini Çakır Emine’me veririm. “Faiz haramdır” diye el sürmezlikten değil, kadının da yastığının altında parası olmalı. Bayramlarda, seyranlarda ve okula gidişlerinde torunlarının, yeğenlerinin, konu komşu çocuklarının ellerine, sol elinin haberi olmadan para sıkıştırması lazım. “En büyük asker bizim asker!” coşkusuyla yaylaya veda ziyaretine gelen köyümüzün asker adaylarıyla arkadaşlarını yedirip içirmenin dışında, vatanı bekleyecek evlatların ceplerine “selametlik parası” koyması gerekir. Çakır Emine’m, gönlünden kopan parayla gönülleri okşarken ben mal mal bakar mıyım? Ah! Bazen maldan bile veririm. Geçen yaz, köyümüzden askere giden iki gençle altı arkadaşı merada koyun otlatırken buldular beni. Biraz yarenlik ettikten sonra asker adaylarına, bana ait olanlarından birer kuzu ayırmalarını söyledim. Onlar kabul etmek istemediler ama arkadaşları dururlar mı hiç?.. Çoban Lazım’dan iki kıl koparacak olmanın coşkusuyla aç kurtlar gibi daldılar sürüye. Seçtikleri kuzuları geldikleri minibüsün içine koydular.
Çakır Emine’m, dini bayramlarda; gelinler ve damatlar dahil evlatlarına da çam sakızı çoban armağanı bir şeyler sunarken ben hiç oralı olmam. Onların bana getirdiği hediyelere ise asla hayır demem… Hele üst başa yönelik hediyelere bayılırım. Eskiden, yamalı pantolon, ceketle gezmeyi önemsemezken, sekiz-on yıldan bu yana pek afili giyinir oldum. Sürüyü otlatmaya götürürken bile üstümdekileri görenler, hayvana değil de düğüne gittiğimi sanırlar.
Buradaki oğlumun evi damı ayrı. Tarla tokat işlerinin yanı sıra hayvancılık da yapar. Elli kadar koyunu ile on baş ineği var. Koyunlarını ben otlatırım. Yayladaki öbür iki komşunun toplam altmış kadar koyunu da benim sürüme katılır. Oğlumdan olduğu gibi onlardan da çobanlık parası almam. Bunun karşılığında, ot biçme, kurutma ve samanımın samanlığa taşınması dahil harman işimi onlar yapar.
Köyde ve yaylada, tarla, çayır ve bahçe olarak yüz elli dönüm kadar arazim var. Bunun yarıdan fazlasının mahsulü oğluma ait. Kalan kısmın ürünü ise ortak. Benim işim hayvancılık. Ne çift sürer ne de harman işiyle uğraşırım. Zaten oldum olası harman işini sevmem.
Sanırım dört-beş yaşlarındaydım. Çocukluğumdan kalan anılarımın en önde geleni budur. Sıcak bir yaz günüydü. Ekin tınazını savuranlar gölgeye geçmişlerdi. Ben de özenmiş olmalıyım ki gidip küçük yabayı alarak harman savurmak istedim. Çocukken de bayağı kuvvetliymişim ki saman ve buğday mahsulü deneleri epey havaya fırlattım. Her halde iyi savurma yaptım diye avanak avanak bakarken, açık ağzım ve burnum samanla, buğday deneleriyle doluverdi. Gözlerime bırakın harman tozunu, mertekler girdi sanki. Kim bilir, öksürecekken yutkunmuşum ki, kusturarak epey bir samanla buğday denesi çıkardılar ağzımdan. Gözlerim yıkandı. Ağlaya ağlaya helak olmuştum. Bolca saman yutmamdan olsa gerek, harman yerine çobanlığı tercih ettim hep…
Boyum bir seksen beş. Kilom da seksen beş. Öyle göbek möbek aramayın bende. Taş gibi olduğum söylenir. Platin rengindeki saçlarım kirpi dikenini andırır. En arkadaki bir dişim dışında diğerleri yerli yerindedir. Sadece ikisinde dolgu var. Dişlerimin sağlam kalışını bol çamsakızı çiğnemeye bağlıyorum. Genç karaçam ağaçlarının yaralı yerlerinden çıkıp, yuvarlak altın bir küpe gibi görünen o sakızların suyu var ya, dünyanın en iyi penisilinidir bana göre. Şeker, tansiyon, kolesterol gibi zamane hastalıkları nedir bilmem. Görenler, kırk beş elli yaşlarında sanır beni. Geçen kurban bayramında çoluk çocuk ziyaretimize gelen büyük oğlum, “Hayat sana torpil geçiyor,” diyerek kıskandı genç ve dinç olmamı. Kırk üç yaşında olmasına rağmen benden yaşlı görünüyor. Kafasının tepesi de aynalık. Yirmi senesi okumakla geçti garibimin. Hastasının derdine deva bulması ayrı bir dert. Hele insanoğluyla uğraşmak başlı başına bir mesele. Hayvanlarım bana hiç dert yüklemiyor. İnsan kaynaklı ufak tefek derdimi tasamı tez zamanda bir güzel unutturuyorlar. Genç ve dinç kalışımda, hayvanlarımın katkısı var. Asıl emeği olan kim derseniz göğsümü gererek; Çakır Emine’m derim.
Kendime iyi baktığım gibi, Çakır Emine’m de el üstünde tutar beni. Allah sizi inandırsın, farkında olmadan boynuma asılı kalmış her hakkı öderim de Çakır Emine’min hakkını ebedi ödeyemem. Dünya tatlısı bir kadındır çakır gözlüm. Kuşkusuz Allah bilir de insan kendisinin cennetlik mi yoksa cehennemlik mi olduğunu az çok tahmin eder. Kendimden daha çok Çakır Emine’min cennetlik olduğuna inanırım. Kıyamet sonrası cennete vardığımda, Çakır Emine’min hurim olmasını talep ederim. “Başka Huri mi yok?” deseler de yine çakır gözlümden vazgeçmem. “Olmaz, kısmetine düşenle huri ile yetineceksin,” dediklerinde, “O zaman, hasretiyle yanmam için cehenneme yollayın beni,” derim. “Çakır Emine’m hurim olmak istemezse…” diye bir ihtimali aklımın ucundan bile geçirmem. Çakır’ımın, bu dünyada benimle yaşadığı mutluluğu öteki dünyada da yaşayacağına kesin eminim de ondan…
Eli çabuk bir kadındır Çakır Emine’m. On kişilik bir misafir geldiğinde, yarım saat içinde düzer sofrayı. Hele ayda bir bana özel sofra hazırlamasına bayılırım. O gece Çakır Emine’m türkü çığırmaya başladığında var ya, aheste içsem de üç beş kadeh rakıyı nasıl götürdüğümü anlayamam. Çakır Emine’min pek güzeldir sesi. Türkü çığırırken derin bir sessizliğe bürünür yayla. Özledikleri çakır gözlümün tatlı sesini duyan yaylalılar, koyun, kuzu, kedi, köpek, kurt, kuş mayışır kalır. Aynen benim gibi…
Namazında niyazında bir kadın olmasına rağmen, ayda bir içki içme zevkime bir yandan ortak olur Çakır Emine’m. Ağzına içki sürmez. Empati denen işte bu olguyu hiç yakınmadan uygular. Gelin görün ki, yayladaki oğlumla köydeki kızım, ayda bir yaptığım bu keyfi çok görüyorlarmış meğer. Geçen güz; “Babamız seni kırmaz, söyle de içki içmesin. Daha fazla günaha girmesin. Artık namazında niyazında olsun. Birlikte hacca gidin,” demişler analarına.
“Sizin bu dediklerinizi duyan da babanızın her akşam içtiğini sanır. Adam, ayda bir üç dört kadeh rakıyla nefsini körletiyor! Bunun lafı bile olmaz! Sizlerin zoruyla hacca gitmeyiz biz. Gönlümüzden koparsa gideriz. Eve geldiğinizde, kapağını bile açmadığınız Kuran mealini hatim edercesine okudu babanız. Bana da okumayı aşıladı. Siz kendi imanıza bakın!”
İşte böyle diyerek ağızlarının payını vermiş Çakır Emine’m. Bunları kızımdan duydum. Çakır gözlüm, bu konudan hiç söz etmedi. “Senin için, şunun için şöyle şöyle dedim,” gibi yaranmacı davranışlarda bulunmaz. Sırcıdır. Bu konuşmalardan bir ay sonra köye indiğimde, durduk yerde özür dileyen kızımdan duymamış olsaydım ebedi habersiz kalacaktım bunlardan.
İki evladımın analarına böyle demeleri hem öfkemi kabarttı hem de düşündürdü beni. Beynamaz yerine konmam canımı sıktı. Bir defa, iki cuma namazını aksatsam bile üçüncüyü, kar kış da olsa köye iner kılarım. Bayram namazlarını hiç aksatmam. Aklanıp paklanmış olduğum gecenin sabahında mutlaka namaza dururum. Demek istediğim şu ki, haftada bir iki kez sabah namazını derin bir huşu içinde eda ederim. Dolaysıyla beynamaz sayılmam…
Canımı sıkan ikinci konu da ayda bir de olsa rakı içiyor olmam. Belki benim yaşımdakiler içmiyor olabilir ama köyde epey içki içen var. “Yaşını başını almış hâlâ içki içiyor,” diye konuşuluyor ki, kızla oğlan bundan gocunmuşlar besbelli.
İçki baskısına maruz kaldım ya, inadına içesim geldi. “Ayda bir değil, üçe çıkar şunu.” diye söylendim içimden. Gerçekten, ayda iki-üç kere içeyim diye bir isteğim olmamasına rağmen işte bu baskı böyle dedirtti bana. “Sıkça içersem içki içmiş olurum. Ayda bir içersem keyif yapmış sayılırım,” dedim yine kendi kendime.
“Ananız gereken cevabı vermiş. Benim başka bir şey dememe gerek yok,” dedim kızıma.
Abdest alıp ayrıldım kızımın evinden. Caminin önüne vardığımda, baya bir ihtiyar takımını içeride vaaz dinleyecekleri yerde avluda lak lak ederlerken buldum. Selam verip selamlarını aldım. Benim emsal Sarı Emin, ilkokuldayken bana Çoban Lazım diye takılıp dayağımı yiyenlerden birisiydi, “Hac için talepte bulundum. Sen de bulun. Kura çıkarsa ailecek birlikte gideriz,” deyince tepem iyice atıverdi.
“Ben sürüme çobanlık yaparım. Hacca gittiğinizde, Fellah bir çoban bulun kendinize.” deyip camiye girdim.
O gün, ben mi Cuma namazını kıldım yoksa namaz mı beni kıldı anlamadım.
Köydeki kızımın kaynatası ve kaynanası üç yıl önce hacca gidip geldiler. Oğlumun kayınpederi
ve kaynanası da hac başvuru yapacaklarmış. Haliyle kızımla oğlum da özenmiş olmalılar ki bizim de hacı olmamızı istiyorlar. Köy yerinde hacılara ayrı bir saygı gösterilir. İki evladımın, ana ve babalarının da hacı olmasını istemeleri olağan bir evlat özlemi geldi bana. Çakır’ıma söyledim bu düşüncemi.
“Eloğlu hacca gidip geliyor. Biz niye onlardan geri kalalım zoruyla hacca gideceksek hiç gitmeyelim daha iyi.”
Çakır Emine’min gerçekçi ve düşündürücü yanıtına katıla katıla gülmek yakışırdı. Ben de onu yaptım haliyle. Ben gülünce çakır gözlüm gülmez olur mu hiç? Hem de yumurta göbeğini oynattırdı bir güzel…
Genç ve dinç kalmama, Çakır Emine’min iyi bakmasının yanında her yönden manevi desteğinin de rolü çok büyüktür. Dırdır zırzır bilmediği için başımın etleri yerli yerindedir. Olduğu kadarıyla yetinmesini bilir çakır gözlüm. Pişirdiği parmak yalatır, diktiği giyilir. Giydiğini yakıştırır. Böyle bir kadının cennette hurisi olmasını hangi erkek istemez.?..Onun için, cennetten kovulacağımı bilsem bile kimseye yâr etmem Çakır’ımı…Cennette, kötü huylar çıkar can çıkmazmış. Çakır Emine’mi hurim yapana kadar bir huyumu saklarım ben…
Öyküm devam edecek.
Mülazım. Namı diğer Çoban Lazım.
Veysel Başer