0

‘Köklerim sığmadı zamana; silktim ham meyvelerimi utandım da, bir garip ağaç oldum aşk ülkesinde.’
Abdurrahim Karakoç

Yengem üstlerinde birer top kaymaklı dondurma olan muhallebileri dağıttıktan sonra bana döndü:

-İlkokul arkadaşın Gülsüm’ü hatırlıyor musun?

Gülsüm’ü hatırlamaz mıydım? En iyi arkadaşımdı. Hem aynı sınıftaydık hem komşuyduk. Üstelik sırdaşımdı. “Elbette hatırlıyorum. En iyi arkadaşımdı.” dedim. Yengem yerine oturdu. Muhallebiden bir kaşık aldım. Yengemin muhallebisi meşhurdu. Hımm… Hiç değişmemiş, aynı lezzet. Bu muhallebinin tadını başka yerde bulamadım. Her gittiğimizde bizi bu lezzetten mahrum etmezdi. Annem; “Ne oldu Gülsüm’e ?” diye benden önce davrandı. Dayım, yengeme bakıp;

“Hanım, kız yeni geldi. Sıkma canını! ”dedi. Bu beni daha da meraklandırdı.

“Gülsüm’ün başına bir şey mi geldi?”

Yengem nasıl başlayacağını bilemeyenlerin çekingenliği ile alçak sesle cevapladı:

“Kocasını baltayla öldürmüş. Akıl hastanesine kapatmışlar.”

Neredeyse elimdeki muhallebi kâsesini düşürüyordum. Kâseyi yengemin önüme çektiği sehpaya bıraktım. O tatlı, sakin, yumuşacık kız kocasını mı öldürmüştü? Çocukluk arkadaşlarınızın ileride karşınıza nasıl çıkacağını bilemiyordunuz. Benim aklımda hep o güzel, pembe yanaklı, kumral, sessiz, söz dinleyen, uslu kız çocuğu vardı. Kocasını öldüren, benim tanıdığım o kız çocuğu olamazdı.

Annem “Ay! Vah vah!” diye bir çığlık attı. “Vah vah” kocaya mıydı, Gülsüm’e miydi anlayamadım.
“Yenge, Gülsüm bunu neden yapmış?”

Öyle ya bir nedeni olmalıydı. Kimse kimseyi durup dururken öldürmeye kalkmazdı. Gerçi akıl hastanesine kapatılmak için bir ‘neden’ olması gerekmiyordu.

“Söylediklerine göre kocası bahçedeki elma ağacını kesmiş. Gülsüm de aynı baltayı kaptığı gibi…”

Annem “Ay!” diye çığlık atınca yengem cümlesini tamamlayamadı. O gece ve ertesi gün de Gülsüm aklımdan çıkmadı. Çocukluğumuzdaki anılar birer birer ziyaret etti. Tarlalarda karpuz toplayışımız, Saklıdere’de balık yakalamaya çalışmamız. Balık yakalayamamıştık ama biz balık olmuştuk. Taşa takılan oltayı çekerken ikimiz de dereye düşmüştük. Ve kümes olayı. O günü daha dünmüş gibi hatırlıyorum.

Okullar tatil olmuştu. Gülsüm gündüz annesi ve abisiyle tarlaya gittiği için onunla ancak akşam görüşebiliyorduk. Bir akşam saklambaç oynarken onların kümesine giriverdim. Gülsüm’ün uzaklaştığını görür görmez sobelemek için çıktım. O aceleyle kapıyı kapatmamışım. Gece artık ne olduysa-Gülsüm’ün babasına göre tilki- sabah tavukların bir kısmını boğazlanmış olarak bulmuşlar. 5-6 tavuktan ise hiç haber yoktu. Gülsüm suçu üstüne almış, babasından bir ton dayak yemişti. Gülsüm’e borcum vardı. Her zaman beni kollamış, yanımda olmuştu. En azından gidip bir görmem gerekliydi. Üç hafta daha Türkiye’de olacaktım. İngiltere’ye dönmeden bu ziyareti gerçekleştirmek istiyordum. Celal Bayar Üniversitesi’nde öğretim üyesi bir arkadaşım vardı. Füsun ne zamandır davet ediyordu. Bu sayede iki ziyaret gerçekleştirmiş olurdum.

Bir hafta sonra kendimi İzmir uçağında buldum. Füsun havaalanına kadar gelmişti. Kendisi araba kullanamadığı için okuldaki asistanı Tekin’den rica etmişti. Manisa’ya gelene kadar Tekin’e de Gülsüm’ün durumundan biraz bahsettim. O da çok şaşırmıştı. Üç sosyolog bir araya gelince toplumsal şiddet üzerine hararetli tartışmanın kapısı da açılmış oldu. Füsun’un evine geldiğimizde de- Füsun otelde kalmamı kabul etmemişti- tartışma bitmeyince salonda kahvelerimizi içerek konuşmaya devam ettik. Erkek şiddetine çok alışmıştık da bir kadının kocasını öldürmesi çok nadir bir olaydı.

Füsun da Tekin’de öyle merak etmişlerdi ki, benimle gelmeye karar verdiler. Ertesi gün Üniversite’den aldığımız kartlarla Manisa Akıl Hastanesi’ne doğru yola çıktık. Hastanenin görünüşte diğerlerinden farkı yoktu. Zaten onu farklı kılan bina değil içindekilerdi. Müdür Bey yanımıza bir görevli verip Gülsüm’e götürmesini emretti. Gülsüm bahçedeymiş. Önce izlemenin daha doğru olacağına karar verdik. Gülsüm büyük bir ağacın altına yan dönerek oturmuş, başını ağaca yaslamıştı. Arka tarafından bizi görmeyecek şekilde yaklaştık ve en yakın ağacın altında durduk. Gülsüm bir şeyler diyordu ama anlayamıyorduk. Ben biraz daha yaklaşmaya karar verdim. Bir çalılığın arkasına sindim. Artık sesini duyabiliyordum.

“Canım, ilk fırsatta tekrar geleceğim. Melahat Hemşire ’ye bir şey söyleme. O doktora söylerse bizi ayırmaya kalkarlar. Hem Melahat’ın de sende gözü olduğunu biliyorum. Ne zaman senle yakınlaşsak bizi ayırıyor.”

Allah Allah kiminle konuşuyordu ki Gülsüm? Hayali biri mi vardı? Yanına gitmeye karar verdim. Belki eski bir arkadaşa açılırdı. Sindiğim yerden kalktım, Gülsüm’ün göreceği yönde yürümeye başladım. Füsun ile Tekin’e elimle, oldukları yerde kalmalarını işaret ettim. Gülsüm birinin geldiğini fark edip başını kaldırdı. Ne kadar değişmişti. Akıl hastalıkları sadece davranışları değil görünüşü de değiştiriyordu. Oysa yengemde düğün resimlerini-hadi orada farklı çıktı diyelim- iki yıl önceki bir piknikte çekilen resimleri görmüştüm. Gözleri anlamsız, korku, hiddet, endişe kaplı duygularla doluydu. Güzel yüzü çekiciliğini kaybetmiş, çenesi köşeleşmiş, burnu büyümüş, göz kapakları şişmişti. Bir an gözlerinde ışık gördüğümü sandım. Beni tanımıştı. Bir umut… Ama o ışık sadece bir an göründü.

“Gülsüm” dedim iyice yanına yaklaşıp elini tutarak… “Beni tanıdın mı?”

Kafasını salladı. “Evet…” dedi boğuk bir sesle. Yanına oturdum. “Seni görmeye geldim.” dedim. Sesini çıkarmadı. Elini tuttum.

“İyi misin burada? Bir şikâyetin var mı?”

Bir süre sustu.

“İyiyim.” dedi gözlerini yerden ayırmayarak. “Ama bahçeye çıkmama çok izin vermiyorlar.”
Bunu söylerken sesini alçaltmış, boynunu bükmüş. Küçük bir çocuk şımarıklığına bürünmüştü.

“Ben konuşurum doktorla, hemşirelerle… İzin isterim.”

Sevinir gibi oldu. Sonra ekledim.

“Sen niye bahçeye bu kadar çok çıkmak istiyorsun?”

Ağaca biraz daha yaslandı. Bu sorudan çok hoşnut olmuşa benzemiyordu. Yine de cevapladı.

“Ağaçları çok seviyorum.”

“Ben de severim.” dedim. Elimle ağacı okşadım. Birden sinirlendi.

“Çek elini ondan.”

Hemen çektim. Niye bu kadar sinirlenmişti ki?

“Sen kızma!” dedim sesimi olabildiğince yumuşatarak.

Saçlarını okşamaya başladım. Yatıştı biraz. Beyazları çoğalmış, saçları matlaşmış, uçları kırılmıştı. Bakımsızlık yaşlı ve sert bir görüntü yaratmıştı.

“Ağaçları çok mu seviyorsun?” dedim bir şeyler anlatır ümidiyle…

“Evet.” dedi ağaca biraz daha sarılarak.

“Onlar beni anlıyorlar.”

Sonra yüzü asıldı.

“En çok da Muhsin anlardı. O bambaşkaydı.”

“Muhsin kim?”

Yüzüme baktı bir süre. Kocası mıydı acaba? Adını da sormamıştım kocasının.

“Ben onu çok seviyordum. O da beni severdi. Her gün dertleşirdim. Sarılırdık. Teselli ederdi beni. Zalim Hasan’ın yaptıklarını anlatırdım. Dinlerdi. Sonra saçlarımı okşardı.”

Kocasını aldatıyordu demek Muhsin diye biriyle. Kocasının zalim olduğunu söylediğine göre. Öyleyse kocası bunu sevgilisiyle yakaladı. Gülsüm de öldürdü. Vay canına! Gülsüm’den bunu beklemezdim. İnsanlar nasıl da değişiyor. Biraz uzaklaştım. Ağacın öbür yanına yaslandım. Hafif bir rüzgâr esti. Ağacın dallarından biri saçıma değdi. Baktım, Gülsüm hışımla kalkmış.

“Sen Nuri’yi elimden almaya mı geldin?” diye bağırıyor.

“Nuri kim? Ne elinden alması?” diye kekelemeye başladım.

“İşte bu ağaç… Bu Nuri… Zaten Muhsin’i de Hasan öldürdü. Kesti sevgilimi. Ben de onu kestim. Nuri’yi elimden alamazsın. Defol git!” diyerek üzerime gelmeye başladı. Yerden kocaman bir taş aldı. Geri geri birkaç adım attım. Kafamı kollamak için kollarımla başımı kapadım. Tam o sırada Gülsüm’ün çığlığını duydum.

“Bırak beni, bırak beni!”

Kolunu kaldırınca elbisesi ağacın dalına takılmıştı. Nuri hayatımı kurtarmıştı. Tekin çığlığı duyunca koşup geldi. Gülsüm’ü tuttu. Zapt etmesi de zordu. İki hastabakıcı zorla içeri götürdüler. Daha sonra doktoruyla konuşup ayrıntıları öğrendik. Zavallı kız yıllarca kocasından işkence görmüş. Dayak, hakaret, kolunda, bacağında sigara söndürme. Kaç defa gece dışarıda yatmış. O da dayak yedikçe, hakaret işittikçe bahçedeki elma ağacıyla dertleşmeye başlamış. Zamanla isim takıp insanlaştırmış. Hatta sevgilisi yerine koymuş. Kocası ağaçla çok vakit geçirdiğine kızıp baltayla kesince de o da bunu hazmedememiş ve baltayı kaptığı gibi kocasını öldürmüş.

Arabada dönerken baskı ve şiddetin şiddet doğurduğunu, toplumsal şiddetin artmasının ailedeki baskı ve şiddetten olduğu tespitinde birleştik. Son noktayı Füsun koydu:

“İnsan sevgiyi, şefkati ağaçta değil insan da bulduğunda her şey daha güzel olacak.”

Binnur Tekinalp

Leave a Comment

İlgili İçerikler