0

Yazın ilk aylarındaydık, hava sakin ve önümüzde uzanan deniz durgundu. Kumsalda insanlar ya denize giriyor ya da güneşleniyordu. Bense balkonda begonyaları suluyordum. Mutfak radyosunun sesi bana kadar ulaşıyor ve balkondan aşağıya serpiliyordu. Selma elinde bir tepsiyle kapıdan çıktı. Masaya iki fincan Türk kahvesi ve bir tabak kuru fıstık koydu. Son saksıyı da sulayıp yanına gittim. Sakince kahvemden bir yudum alırken kulaklarıma bir piyano sonatı çalındı. Dalgınca denize bakıp Yıldız’ı düşündüm.

“Ah, şu Agah Selim harika bir piyanist değil mi?”

“…”

“Gerçi eski parçaları daha güzeldi ama hâlâ çok güzel çalıyor.”

“Evet, güzel çalıyor.”

Kaşlarını kaldırıp dikkatle yüzüme bir şeyler arıyormuş gibi baktı.

“Gülçin ne fark ettim biliyor musun? Ne zaman bu adamın bir parçası denk gelse yüzünü buruşturuyorsun.”

Hafifçe gülümseyip başımı salladım.

“Aynı konservatuvarda okuduğumuzu biliyor muydun?”

Hayretle gülümsedi.

“Ah, lütfen böyle mutlu olma. O kadar şahane bir anı değil.”

“Yani tanışmışlığınız var mı?!”

Başımı olumlu anlamında salladım. Parlayarak bakan gözlerinden anlatmamı istediğini anlamıştım. Parmağımı fincanın kulpunda gezdirdim.
“Yıldız’ı anımsıyor musun?”

“Üniversitede ki ev arkadaşın mı?”

“Evet, o.”

Tek kaşını kaldırdı ve gözlerine gelen saçını arkaya attı. İkisinin ne bağlantısı olduğunu kavrayamamıştı.

“Annesinden ona eski bir fotoğraf kalmıştı. Ailesinin tek mirası bu eski fotoğraftı.”

“Kimin? Agah Selim’in mi?”

“Hayır canım. Ne Agah Selim’i. Yıldız’ın!”

“Ne ilgisi var şimdi Yıldız’ın?”

Kaşlarımı çattım.

“Sus ve dinle.”

“…”

“Neyse. Fotoğraf bir kolyenin içindeydi ve bir gün Yıldız ağlayarak kolyeyi kaybettiğini söyledi. Yana yakıla kolyeyi aradıysak da bulamadık. Akşamında Agah geldi ve kolyeyi getirdi. Sonraki günlerdeyse Yıldız’da Agah’a karşı minnetle karışık duygular görmeye başladım. Ne zaman çevremize gelse gözleri onu izliyordu. Uzun bir süre bu böyle devam etti. Ancak bir gün Yıldız büyük bir mutlulukla yanıma geldi. Agah’la akşam için sözleştiklerini söyledi. Şaşırmıştım. Zorla neler olduğunu öğrendim. Meğer Yıldız bir müzik odasının önünden geçerken biri hırsla piyano çalıyor ve ağlıyormuş. Ne olduğuna bakmak için girdiği zaman Agah’ı görmüş. Ben minnet duygusuyla yaptığını düşünüyorum ama onu teselli etmeye çalışmış. Yine de Agah fazla umutsuzmuş.”

“Neden?”
“Ah, tabii sana onu söylemedim. O zamanlar Akman Kar bir öğrenci arıyordu. Ve ülkenin en yetenekli piyanisti olduğu için büyük bir yarışma vardı. Agah bu yarışma için üstün bir piyano çalma yeteneğine sahipti ama aynı derecede parçaları yoktu. Bu durum onu fazlasıyla üzmüştü. Yıldız ise bir ihtimal beğeneceğini düşünerek ona kendi bestelerinde birkaç tane göstermiş. Ki bu durum biraz garipti çünkü Yıldız genellikle dışarıya kapalıydı. Bana dahi göstermezdi bestelerini. Agah bunları gerçekten çok beğenmiş ve teşekkür için ona bir yemek sözü vermiş. Tabii bu bir yemekle kalmadı. Sık sık görüşmeye başladılar. Yıldız da değişmeye, daha neşeli daha sevecen biri olmaya başladı. Buluşmalar başlamadan önce fazlasıyla evcimendi. Boş vakitlerinde genelde evde olurdu ancak artık sürekli dışarı çıkıyordu. Benimse asıl takıldığım Yıldız’ın bu değişimi değildi. Bu gayet normaldi. Hangimiz sevince farklılaşmıyorduk ki. Neyse, Yıldız buluşmalara giderken bazen bir sandık sesi duyardım. Ama ihtimal de vermek istemiyordum.”

“Ne sandığı?”

“Beste sandığı.”

Selma’nın yüzünde anlam veremez bir ifade oluştu.

“Bestelerini o sandıkta saklardı.”

Selma anladığını göstermek için başını salladı.

“Tabii her şeyin bir sonu olduğu gibi bu buluşmalar da bir gün son buldu. Hem de Agah muhteşem besteleriyle Akman Kar’ın öğrencisi olamaya hak kazanınca. Yıldız içinse daha zor bir süreç başladı. Daha çok içine kapandı. Bazen eve çok geç geliyordu. Kiminle ya da nerede olduğunu bilmiyordum. Ama o eve gelene kadar da onu bekliyordum. Ankara’da baharın yaza sıçradığı zamanlardı. Yine bir gün eve gelmemişti. Yağmur, sabahtan atıştırmaya başlamış akşam daha da artmıştı. Aramalarıma da cevap vermemişti. Camda onu bekliyordum. Derken birden evin karşısındaki parkta iki kişiyi seçti gözüm. Tanımıştım; Yıldız’la Agah’tı. Yıldız ağlamaklıydı ama Agah’ta pişmanlık görememiştim. Perdeyi kapatıp içeri geçtim. Oturmuş onu beklerken kapı açıldı. Gözleri kıpkırmızı, rengi bembeyaz içeri girdi. Ne yerimden kalkabildim ne de bir şey diyebildim. Hıçkırarak ağlıyor ve odada bir şeyleri açıp kapatıyordu. Sonunda elinde topaklanmış bir deste kağıtla önce odadan sonra evden çıktı.”

Selma’nın ağzı şaşkınlıkla açılmıştı. Gözlerimi ondan çekip denize çevirdim.

“Yani sen diyorsun ki…”

“Evet, öyle diyorum.”

Bade Talaz

Leave a Comment

İlgili İçerikler