0

Rüzgâra kapılmış savruluyor her şey. Şehirler, kasabalar, dağlar, ağaçlar… Gök makas yemiş atlas kumaş gibi yırtılıp açılıyor. O kıyamet karmaşasında aklıma bir cümle takılıyor: Bilmekle başlar her şey. Ardından o insanı delirten sorular. Kimsin, necisin, nereden gelip nereye gidersin? Bir an düşününce mahşer, hesap, ahiret âlemi ve onu yaşayacak oluşum ürpertiyor beni.

O ilk cümleyi hatırlıyorum:

Ben bir sırrım, bilinmezim. Beni iyi sakla yoksa…

Yoksa aramıza girecekler, aramızı açacaklar, seni benden alacaklar, fitne fesat çıkaracak, dedikodu kazanları kaynatacaklar.

Yutkunuyorum, devamı gelmiyor. Sözcükler boğazımda düğüm düğüm. Boğuluyorum. Konuşabilsem daha neler söyleyeceğim, lakin dilim susmalısın şimdi diyor. Uçuşan dağlar, kararan gökler, çıldırmışçasına koşturan çıplak kalabalıklar içinde şaşkınım.

—İnan sandığın gibi değil hiçbir şey!

Öyle ya da böyle, sen çağırdın, ben cennetine geldim rüyalarda. Sonra sana en başında beni iyi sakla demiştim. Sen ne yaptın? Gittin sırrımızı herkese söyledin. Hem de kibirle, ezip çiğneyeceklerini, arsızca hırpalayacaklarını bile bile. Kendince hava atıyorum sandın. Ateş iken gül olmak, gülü ateş bilip yürekte taşımak şımarttı seni.

—Özür dilerim, bilmiyordum.

Biliyordun, seni uyardığımı bile bile uzandın yüreğime. Beni iyi sakla demiştim sana, dinlemedin. Sandın ki söylersen… Al işte. Günahı ikimiz yüklendik de çekiyoruz iki büklüm. Sırlar söylenmez demiştim sana. Söylersen kaybederiz biz bizi.

—Affet!

Ben kimim ki affedeyim? Ne etsen kaderimsin çekerim. Öyle bakma yüzüme, üzülüyorum. Öyle kederli durma yıkılıyorum.

—Sen benim değil misin?

Senin miyim? Ya sen benim kaldın mı? İlk günahı sen işledin, kandırdın beni. Göklerde uçuyorum sandığım her an kaçtın, mazeretler uydurdun. Ben de saf saf inandım sana. Nereden bilirdim ki şeytana koştuğunu?

—Onlar birer hevesti geçti.

Ben de hevestim. Ben de geçtim dünyadan. Bilir misin hani ben dâhil beğenmediğin, ağır bulduğun çabuk sıkıldığın eski insanların “ahretlik” dedikleri akranları olurdu. Hele sen o da ne be diyeceksin ama ben cennetimi dahi gözlerinin karasında saklamıştım, sende kaldı. Seni saramadım, kokunu içime çekemedim, saçların yüzüme değmiyor. Yanisi ahretlik hikâyemiz ahrete kaldı. Dünya defterim kapandı gülüm, seni ahretime yazdılar. Anla artık.

—Tut elimi, senin olayım.

Tutamam. İstesem de yapamam, izin vermezler sana uzanmaya, seni almaya. Eğer yapabilseydim önce gümrah kirpiklerinin örttüğü gözlerine bakar, cennetimi seyrederdim. Bakar, bakar, sessizce ağlardım. Ruhum ezelde sana yazıldı, kalem sana sarıldı, kader bildiğim kederim olunca dünyada şaştım. Pusulayı doğru okuyamadım. Neler biliyorum sandım, meğer gurura kapılıp yazımı eğri yazmışım.

—Geç değil sar beni!

Acılarım vardı, gülüşlerim, manalı bakışlarım, buğulu ve derin gözlerim. Sardın mı? Nasırlı ellerim vardı, kaba duruşlarım, öfkelerim, kızmalarım. Tuttun mu? Delice dans eden alevler gibi aşkım vardı, yüreğim, gönül bağım, karanlığa inat çerağım. Beni koynuna aldın mı? Yine de… Ah, sen zümrüt yeşili bahçem, üzüm bağım, turunç göğüslü genç dilberim, dolu dolu billur kadehim, altından ırmaklar akanım, serinliğim, ebedi gençliğim, yürek sızım, gönül hırsızım, gözleri küçüğüm, dudakları kızıl ateşim, terinde ter koktuğum, göğsünde huzura, sevdasında benliğe erdiğim denizim… Cennetim. Bir uzanabilsem sana, bir kokunu duyabilsem. Var gücümle koşarım, neşe ve şevkle yürürüm, okyanusları yüzüp geçerim, geceleri yırtarım da karşına çıkınca yine gözlerimi yere eğerim.

—Eğme yüzünü, gözlerime bak hadi, ne olur?

Gözlerime bak’mış. Yalan söylemekten zerre korkmayan gözlerine mi? Kolay mı? Belki bakmak kolay da bakınca neler görüyorum. Ah söyleyebilsem.

—Ne olacak ki?

Ne olacakmış. Bu mudur en ağır sözün? Ne mi olacak? Bir bilsen neler olacak. Orada pırıl pırıl yanan kandiller sönüp dürülecek, yedi kat sağlam gök binası çökecek, gecenin peçesi sıyrılacak, dağlar yürüyüp serap olacak, yokuşlar düze dönecek, denizler kaynayacak, yeri şiddetli depremler yıkacak. Kendini arındırmaya gönlün var mı?

—Seninle bir günah için bin gün ah etmeye geldim.

Geldin de geç geldin. Senden evvel yedim ben yasak meyveyi. Ben istemez miydim, senin elinden yemeyi? Ben istemez miydim düşeceksem seninle düşmeyi? Ben arzu etmez miydim seninle acılara katlanmayı, felekten demler çalmayı?

Geceler karardı, gün aşikâr ortaya çıktı. Sular aktı, otlaklar yeşerdi, dağlar yerine oturdu, fakat o gün, o felaket günü… Ah görmeseydim, bilmeseydim, yaşamasaydım o günü. Yıkılmasaydı içimdeki Tuba ağacı.

—Büyütmesen bu kadar?

O gün bakmasaydım mesajına. Zaman senin, günah senin kalsaydı. O gün… Keşke görmeseydim. O sen olmasaydın. O gün iş işten geçti. Hangi hayalin peşinde koştuğumu anladığım gün oldu o gün. Sen keyfini, zevkini, özgürlüğünü seçtin ya. Sevmeyi kölelik gördün ya, ben bittim. Ne önünde divan durmak, ne heva ve hevesimden geçmek bir anlam taşıdı. Korkuları dizginlemeyi bıraktım. Aşk benimdi, gökler benimdi, kanat benim, yıldızlar benim. O gün öyle geldi ki bana yalnız bir akşam veya bir sabah faslı durdum ebediyen benim sandığım dünyanda. Son sözlerini hatırlıyor musun? Sen öyle san, demiştin. Sen öyle san!

—Böyle deme!

Dedim işte. Kahrolası gönlüm, kahrolası sen. Yok, tövbe sana nasıl kahrederim. Kahrolası ben, ben, ben. Tertemiz sahifelerle, iyilik dolu bir kalple geldim sana. Ben ki çirkinim. Fakirim, hakirim. Sen dünya güzeli, varlıklı bir ailenin uçarı kızı. Ne diye konacak dal olarak beni buldun ki? Neye layık oldum ki şımaracak cesaretim olsun? Kendi masumiyetimdeydim, imanım kalbim kadardı. Kahrolası kâfir gözlerim, meğer neleri inkâr etmiş de göremedim vefasızlığını. Alaya alışını, kibrini, şakşakçıların seni alkışlarken beni ayıplayışını. Masumiyetini sahici sandım.

—Sen, hep özel kalacaksın bende.

Sen kalbimsin, nefesim, havam, suyum, her şeyim. Bana gelince ben basit bir hiçim. Değerliymişim, ne cafcaflı sözler biliyorsun, oysa değilim. Ben bir meni damlasından yaratıldım. Şekil verildim, hayat yolu kolay kılındım, öldüm, kabirde bekledim, sonra diriltildim. Hububatlar, taneler, nebatlar, üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalar gibi. Ağaçları gür ve sık bahçeler, meyveler, çayırlar, bayırlar gibi. O gün bir gelse, güleç, sevinçle dolu bir yüzle o mahşeri kalabalıkta seni arayacağım.

—O gün deyip erteleme beni uzak zamanlara, ayrılmayalım hiç. Geldim işte, bir değeri yok mu gelişimin?

Olmaz mı? Ne zaman olmadı ki? O gün başımı aşan derdimi, kederimi ve tasamı unutacağım. O gün senin pırıl pırıl yüzünü tıpkı güneş gibi milyonlarca uzaklıktan seçip sana koşacağım. Ezelde nasıl yan yana durduysak, ebediyette de el ele olacağız. O güne kadar selamette kal ahretlik. Selam gözleri cennetim. Elini miraç bilip sidreye çıktığım. Selametle kal gül ateşim, ahu gözlüm, gönül gazelim. Parlaklığından etrafına şuleler saçan cennet çiçeğim. Yeşil ipek, atlas elbiselim. Açılıp saçılan incim. Gül kokan hikâyesi ahrete kalan ahretliğim.

—Gitme, lütfen yanımda kal!

Yanında değilsem de yâdımda kalacaksın. Apansız hatırına düşeceğim. Gitmek. Gitmek kaçmaktır, biliyorum. Ben elimde olsa kalmayı seçerdim, ama seçemiyorum şimdi. Kalan olmayı isterdim, ancak götürüyorlar beni. Belki kendime ulaştığımı sandığım sonsuzluk hikâyesinin başlangıcına. Sanki ilk cümlemi bulduğumda devamı gelen o yarı bilinç yarı uyku âlemine.

İşte başa dönüyor zaman. Ardından o insanı delirten sorular. Kimsin, necisin, nereden gelip nereye gidersin? Baktığımda ırmağı, ağacı ve seni görüyorum uzakta. Anın içinden başka anlara uzanayım diyorum. O an her şey bir rüzgâra kapılmış savruluyor. Şehirler, kasabalar, ağaçlar, dağlar… Gök makas yemiş atlas kumaş gibi kat kat yırtılıp açılıyor. O kıyamet karmaşasında aklıma bir cümle takılıyor:

Seni bilmekle başladı her şey.

Mehmet Muharrem Akça

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler