SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
Canı portakal istiyordu. Öyle böyle değildi yüreğine düşmüş bu istek. Çatlamış dudaklarını kandırıcısına, dağların eteklerinde biriken masmavi bir denizin ışık görmeyen dibindeki yosunlu sulara karışırcasına portakal istiyordu. Portakalın güneşe benzeyen parlak turunculuğunu hatırladıkça delireceğini düşünüyor, tıpkı gece açığa çıkan yıldızlar gibi gözleri pırıl pırıl yanıyordu.
Kar, suçlu bir çocuk gibi dışarıda sessiz sedasız yağarken onun canı sadece portakal istiyordu. İri bir portakalı kesmek ve mayhoş tadını olabildiğince çabuk tatmayı arzuluyordu. Üzerine örtündüğü yorganın kenarına işlenen çiçek desenlerini bile portakala benzetmişti. Hatta duvarda asılı duran heybenin içinde dahi portakal olabileceğini hayal ediyordu. Obur biri sayılmazdı ve yemek için yaşayanlardan da değildi. Neydi böylesine canını saran, dişlerini kamaştıran? Gerçekten de neydi bu ihtiraslı arzu?
Yeni doğmuş yavrusunu kucağına alamadan mezara gömmüşken, kefenine daha toprak değmemişken nasıl da portakal diye sayıklayabiliyordu? İnsanlıktan nasiplenemediğini düşünüp üzüldü ama içinde korkunç bir yangı başlamış, alev olup yüreğine yayılmıştı. İçindeki alev gittikçe büyüyor, vücudunun her tarafını sarıyordu. Yoksa aşermesi bitmemiş miydi? Doğum yapalı üç gün olmuştu. Bu durum lohusalıktan olsa gerekti; yoksa yavrusunun cenaze günü canı onu bunu yemek isteyen bencil biri değildi herhalde. Yattığı yer yatağında aklından geçen türlü kötü düşüncelere teslim olmuştu. Hatta bir ara hayvanın yavrusuna gösterdiği şefkatin yarısını bile kendi bebeğine gösteremediğini düşündü. Evet, gösterememişti; bir hayvanın hissettiği analık içgüdüsü kadar bile bebeğine şefkat gösterememişti.
Kar dışarıyı dolduruyor ve gecenin karanlığına beyazı bulaştırıyorken o sadece “portakal” diyordu. Yatağında dönüp durdukça içini kemiren bu ekşimsi tadı unutmaya çalışıyor, başaramayınca da kendini çaresizce sobada yanan odunların çıtırtısına bırakıyordu. Belki bu sayede dikkatini başka bir tarafa verebilir, beynine bıçak gibi saplanan o portakal yeme isteğinden kurtulabilirdi.
Son üç günde yaşadıklarını film şeridi gibi gözlerinin önünden geçirdiğinde dehşete kapılıyor, kalbi hızlanıyor, boğazı düğümleniyordu. Her şey bir yana, o sesler… O seslere ne demeliydi öyle? Evine gelmesine rağmen hastaneden kalma sesler halen kulağında yankılanıyordu. Özellikle doğum servisinden yükselen bebek sesleri beynine birer çivi gibi çakılmıştı. Gece boyunca hemşireler ağlayan bebekleri emzirmeleri için annelerine getirirken, onun bebeği yanına hiç gelmemişti. Daha doğar doğmaz doktorlar bebeğini elinden alıp uzaklaştırmışlar ve bir daha da hiç göstermemişlerdi. Elleri, kolları olmayan, üstelik kalbi de delik doğan bebeğin yaşaması için bütün doktorlar canla başla uğraşmışlar ama mümkün olmamıştı işte. Olmamıştı. Bebeğinin sağlık problemleri yüzünden onu hiç emzirememiş, ak sütünden bir damla bile verememişti.
Ona çok acı veren bir durum daha vardı; aynı koğuşu paylaştığı diğer kadın hasta, bebeğini severken göz ucuyla da ona bakıvermişti. Hatta koridorda gezinen bazı kadınlar kendi aralarında fısıldaşıyorlar, bebeği yanına gelmediğinden içten içe haline acıyorlardı.
Şimdi kendi evinde, kendi odasında, hastanenin soğuk koridorunu, yastıklara, çarşaflara sinmiş narkoz kokusunu, sağa sola dökülen ve kana benzeyen Batikon’un rengini, pamukları, sargı bezlerini hatırladıkça içi ürperiyor, her yanı saran bebek ağlamalarını ve onların üzerlerine melek gibi titreyen annelerini düşünmekten bir türlü kendini alamıyordu.
Acı içinde yanıyordu. Belki de yüreğini saran bu ateşti. Acaba onu söndürmek için mi portakal istiyordu? Düşüncelerine ara verip uyumaya çalıştı. Lohusa terleri saçlarından boşalırken Azrail’in gölgesi sanki içeride dolanıyor, kana kana yaşayamadığı annelik duygusuyla her yerde kayıp yavrusunu görüyordu.
Azıcık sızar gibi oldu. Hemen ayılıvereceği bir uykuya bırakmıştı kendini; uyanık kalmaya direnecek gücü kalmamıştı çünkü. Bitkindi. Yine bebek sesleri duydu. Sesler giderek beyninde daha çok yankılanmaya başladı. Daha fazla tahammül edemedi, gözlerini açıp tavana dikti. İyice kendine gelince pencere kenarındaki sedirin üzerinde uyumakta olan kocasına seslendi:
“Saat kaç Hasan?”
Hasan zorla gözlerini araladı. Ne kalkacak ne de karısının ayak işlerini yapacak hali vardı. Bütün gün hastane işleriyle uğramış, karısını eve getirmiş, mahalle camisine gidip anasını emmeden, dünya suyundan bir yudum içmek nasip olmadan ahirete göç eden yavrusunun mezarını kazmış, kimselerin katılmadığı sessiz bir cenaze törenin sonrasında bebeği soğuk toprağın kar kokan bağrına bırakıp eve dönmüştü. Sanki bu işi defalarca yapmış gibi metanetini korumuş, karısının yanında ne bebekten ne de mezarından bahsetmişti. Sonra sobayı gürleyip Hacer’in yatağını sermiş, zavallı lohusa kadıncağızı yatağına yatırmıştı. Üzerine hiç de alışkın olmadığı bir ağırlık çökmüş ve eski sedirin üzerinde mayışıp kalmıştı. Pencerenin pervaz boşluğundan gelen rüzgâr sırtına vurmuş olmalı ki, sırtı tutulmuştu. Soba gürül gürül yanıyordu. Hacer’e uzun ve anlamsız gözlerle baktı. Sonra da kolundaki saate…
“Dokuz” dedi. “Tam dokuz!”
“Ah! Bilsen canım ne kadar da portakal çekti! Ah bir bilsen! İçim yanıyor benim!”
“Portakal mı?”
“He, portakal…”
Hasan sinirlenmişti. Bebeğini toprağa yeni vermiş bir kadının ne hakla canı onu bunu ister diye düşündü. Nasıl bir mide vardı bu kadında?
“Eee, ne yapalım yani?”
“Cebinde paran varsa ne olur bana portakal al! Üç kilo, beş kilo! Alabildiğin kadar al!”
Hasan durdu. İçinden bir şeyler mırıldandı. Hacer darılmasın diye kelimeleri ağzından çıkaramadı. Elini pantolonunun cebine attı. Metelik yoktu. Sonra diğer cebine el gezdirdi. Ceplere yapılan hassas hamlelerin hepsi de boşunaydı. Cebinde ne varsa harcamıştı. Öyle ya, o gün sıradan bir gün müydü? Hastane, köydekilere haber vermek için postane, sonra cenaze… Taksi parası, cenaze arabasının parası, Hacer’in ilaçları… Her şey bir tarafa, parasızlık da çekilebilirdi; keşke sağlam doğabilseydi bebe! Ah! Bir yaşasaydı, şuracıktaki beşiğinde mışıl mışıl yatsaydı, eve kokusu sinseydi, biberonları ortalığa dökülseydi, gaz sancıları içinde tepinseydi, koyar mıydı hiç parasızlık?
“Yok!” dedi. “Yok! Beş param kalmadı. Yat uyu! Bu saatte nereden bulurum borç para verecek adamı?” Hacer, umutsuzca başını tekrar yastığa koydu. Azıcık içi geçmişti ki, karnını bir sancı aldı. Dikişleri sızlıyor, kor ateşin içinde kalmışçasına her yanı yanıyordu. Kasıklarına inen basınç midesini bulandırmıştı. Başı döndü. Zayıf bedeni geceliğinin içinde titriyordu. Doğum yapalı üç gün olmuştu ama çektiği acı hiç azalmıyor, sancısı her geçen gün artarak katlanıyordu. İnliyordu Hacer. Acıyordu. Yanıyordu. Yastık sanki portakal kokuyordu. Her yerden portakal kokusu geliyordu.
Tekrar sedire uzandı Hasan, lakin Hacer’in iniltisini duydukça içini bir daraltı aldı. Bebekten sonra kadın da mı? “Tövbe tövbe!” dedi içinden. Kısmet mi topluyordu Hacer? Ölüyor muydu kadını? Tevekkeli çocuğu ölmüş hangi ana portakal diye sayıklardı ki? Gerçi doktorlar Hacer’in durumu için “iyi” demişlerdi ama… Kocaman bir “ama” Hasan’ın tam midesinin üzerine oturup kalmıştı. İçi rahat etmedi. Uzandığı sedir Hasan’a taş olmuştu Kalktı. Pencereden dışarıya baktı. Kar yağıyor, kuru dallar beyaz pamukçuklara bürünüyordu. Zifiri karanlık sokağa çökmüş, bacalardan yükselen dumanlar azalmıştı. Mahallenin manavını tanıyordu. Köyden şehre göçeli üç ay olmuştu ama manavdan birkaç kere Hacer’e meyve almıştı. Manav, daimi müşterisi olduğunu hatırlarsa, portakalı borç verebilirdi. Hacer’e portakal alacak, parasını sonra verecekti. Öyle ya; üç beş kilo portakalı deftere yazmayacak esnaf, esnaf olmasındı. Kararını vermişti; yüzünü eğecek ama portakalı Hacer’e getirecekti.
Hasan artık ayaktaydı. Yer yatağında yatan Hacer’in önünden geçerken gölgesi yatağın beyaz çarşaflarına düşmüştü. Kapının yanında duran askıdan ceketini aldı. Ayakkabılarını çıkarıp kapıya koydu. İçleri suyla dolmuştu. Ürperdi. Soğuk bir demire tutunmuş gibi ayakları bir anda uyuştu. Ah! Yokluk dedikleri şey insana altı delik ayakkabı da giydiriyordu. Kapıyı kapatıp sokağa çıkmıştı ki, aklına tekrar bugün gömdüğü bebesi geldi. Kolsuz, ayaksız bedeni, bir avuç uzunluğuna gelen kefene nasıl da sığmıştı? Acep üşümez miydi karın altında? Donmaz mıydı dudakları, minik gözleri? “Akraba evliliğinden” demişti doktor. İşte o zaman Hacer’i sevdiğine, seveceğine lanet etmişti. O çok sevdiği karısından şu üç gün içerisinde nefret etmişti. Ona olan aşkı mezara gömdüğü bebeği gibi yitip gitmişti yüreğinden.
Ama sevmişti işte. Gönül her zaman ota konmazdı ya! Hasan’ın gönlü de amcakızı Hacer’e konmuştu. Ah! Keşke yatsaydı bebeği yatağında! Nur topu gibi doğsaydı da Hacer’e değil portakal, neler almazdı neler! “Bir de portakal istiyor. Sağ salim doğsaydı şu bebe, gör bak, dayamaz mıydım kocaman koyun budunu kapıya, götürmez miydim top top leblebileri, fıstıkları, içirmez miydim buzlu lohusa şerbetlerini? Tıkmaz mıydım ağzına kutu kutu gofretleri, lokumları?” diye söyleniyordu. Yürüyor, yürüdükçe adımları hızlanıyor, manavın olduğu sokakla arası sürekli azalıyordu.
Hak etmemişti karısı böyle naz etmeyi ama kadının hali de korkutmuştu onu. “Gençsiniz” demişti doktor. Tıp ilerlemişti hem. Başından beri takip edilebilecek bir gebelikle pekâlâ yeniden baba olabilirdi.
İşte manavın olduğu sokağa gelmişti. Kar olanca hızıyla yağıyor, rüzgâr yerdeki birikintileri kaldırıp sokak lambasına doğru üfürüyordu. Kapatmıştı işte! Yüz eğeceği, adamlığını iki paralık edip borç portakal isteyeceği manavcı kepenklerini kapatıp gitmişti. Yine de bir umutla içeriye baktı. Kasalarca elma, portakal ve daha nice meyve-sebze içerideki kasalarda beklemekteydi. Ümitsizce ellerini cebine sokup evin yolunu tuttu. Yürüdüğünde sadece kendi ayak sesini duyduğu sokaklarda sokak lambalarının altından kuş gibi süzüldü. Omuzlarına inen suçluluk duygusu altında ezilmişti. Biraz daha fazla maaş alabilseydi! Azıcık daha… Çalışmazdı o zaman Hacer. Gündeliğe gitmezdi. O kapı senin, bu kapı benim gezmezdi. Evinin hanımı olurdu. Bütün gün çalıştığı ekmek fırınından yetebilecek kadar parayı nasiplenseydi, her şey daha kolay olurdu herhalde. Ama bu büyük şehirde ekmek aslanın ağzındaydı. Islanmış ayakkabıların içinde çorapları ayaklarına neredeyse sakız gibi yapışmış “cuk cuk” diye ses çıkartmaya başlamıştı. Anahtarını açıp küçük gecekondusuna geri döndü.
Hasan çoraplarını çıkarıp sobanın borularına iliştirilmiş demire astığında Hacer’in içini bir sevinç aldı. Harareti sönecek, yüreğindeki yangın bitecek, geriye külleri kalacaktı. Hasan’ın ellerine baktı. Bomboştu.
Hacer, eli boş dönen kocasına bir daha “portakal” diyemedi. Anlamıştı adamın portakal alamadığını. Cebinde parası olsaydı eğer, kâğıt kağıt tomarları olsaydı, portakal almaz mıydı ona? Sadece portakal mı? Yavuklusu, inci tanesi bu köhne yer yatağında yatarken ağzından çıkacak her emri yerine getirmez miydi?
Hasan tekrar sedire uzandı. Bıraktığı sıcaklık hâlâ yerinde duruyordu. Pencereden gökyüzüne baktı, inen karların yağışını izledi. Karanlık gökyüzünde yıldızlar seçilemiyor, soğuk ve koyu bir lacivert bütün şehrin üzerine iniyordu. Hasan boşlukta asılı kalmış gibiydi. Tutunacak dalı yoktu. Hacer’le de konuşmak istemiyordu. Zaman her şeyin ilacı değil miydi? Zamanla yarası sarılacak, Hacer’le mutlu yuvası yeniden tütmeye devam edecekti. Sonra soğuk aklına geldi. Bitmeyen soğuk ve yavrusunu koyduğu toprak… Bebeğin başı kollarının arasından nasıl da düşmüş, sanki bir an evvel toprağa yatmak istercesine kendini boşluğa bırakmıştı. O muydu bu kadar ölmeye istekli olan yoksa Hasan mıydı ölü bebeğinden bir an evvel kurtulmak isteyen? Kim kimi bırakmıştı hâlâ anlayamamıştı. En kötüsü de soğuk… Soğuk, acaba ölmüş olanı defalarca öldürebilir miydi? Yoksa acı çekmiyor muydu bebeği? Kuş olup cennete gitmişti çoktan. Emindi, emin. O, acıdan, soğuktan ve sıcaktan muaftı artık. İçinde kopan bir şeyler duyuyordu Hasan. Midesinden geçen ılık su karnına iniyor tüm bedenini uyuşturuyordu.
Derken kapı çaldı. Bu saatte kim olabilirdi? Hasan kapıyı açtı. Mahalle komşularından Selime idi gelen… Elindeki paketlerle Hacer’e geçmiş olsuna gelmişti. Hacer yatağında doğruldu. Dikişleri daha fazla kalkmasına izin vermiyordu. Canının derdine düştüğü halde Selime’nin gelmesiyle bedenine kuvvet gelmişti adeta.
Selime sobanın yanındaki mindere oturdu. Hacer’le bir süre sohbet etti. Lakin Hacer, bebeğini hiç ağzına almıyordu. Acıyor, sızlıyor, kar yağıyor diyordu da bebeğinden bahsetmiyordu.
Selime ayağa kalktı. Mutfaktan yayvan tabakla bir bıçak getirdi. Tekrar yer minderine çöktü. Yanında getirdiği poşetin ağzını açtı. Çil çil altın gibi portakallar poşetten başlarını uzatmıştı. Selime tam portakalın birini kesmişti ki, Hacer’den kızılca kıyamet koptu. Öyle ki sesi bütün mahalleyi kapladı. Delirmiş gibi dövünüyor, kendini yerden yere atıyordu. Sonunda çözülmüştü Hacer. Saçını başını yoluyor, bir taraftan da “Yavrummm!” diyordu. “Bebemmm! Nasıl yatacaksın o soğuk topraklarda?”
Serpil Tuncer