SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
Tevekkeli, keyiften değildi gezdiğimiz. Babam öğretmendi. O il senin, bu ilçe benim gezmediğimiz yer kalmadı. Güneyin sıcaklığını, kuzeyin uzun kış gecelerini, sınır boylarındaki jandarmanın postal sesini, dağların dudak çatlatan soğuğunu, deniz kıyısındaki karabatakların bitmeyen coşkusunu hiç unutamam.
Kendince zor ve güzeldi o yıllar. Kimi zaman bilmediğimiz bir dilin içinde kaybolur, şiveden şiveye geçer, yabancı olduğumuz adetleri sonradan görme vasfına nail olarak öğrenirdik. İnsanları tanımayı ve sonrasında yüzlerini unutmayı alışkanlık haline getirmiştik. Her gidiş, kendince eksiltirdi bizi. Alışmaya çalıştığımız evlere ürkek yalnızlığımızı bırakırdık. Bu gitmeleri gelmeleri diğer insanlara göre çok kolay yapardık. Göçebe bir ruhla doğmuştum ve galiba bu ruh, babamdan bana geçmişti. Hayatım boyunca taşındığım şehirlere ruhumdan birazcık bırakırken, bazen hüzünlenir, geçmişi hiç yaşanmamış sayardım. Bunun pek kolay olduğunu söyleyemem ama elden gelen bir şey de olamazdı.
Bu yüzden geçmişi yan cebimde taşımış, yaşadığımız şehirleri gezginci ruhuma rağmen beynimden silip atamamıştım. İstisnalar hariç. Mesela doğduğum evi ve ondan sonra taşınmak zorunda kaldığımız evi hatırlayamıyorum. Henüz beynimin kemale ermediği zamanlardı o yıllar. Doğdum evin resimlerini annem göstermişti. O evle ilgili belleğimde hiçbir anı yok. Sonraki ev için de aynısını söyleyebilirim ama ondan sonraki evin tüm detayları bugün gibi aklımdadır.
Düzce’de bulunan köyün okulunda öğretmenlik yapan babam, okul ile evin arası illa yakın olsun deyince, köy ahalisi birleşip, eski köy derneğini eve çevirmişler. Zaten başka seçenekleri de yokmuş. Herkesin müstakil evi olduğu için babam her hangi bir köy evini kiralama imkânı ne yazık ki bulamamış. Derneğin içine iki göz oda sığdırmışlar. Birkaç briketten tezgâh örüp mutfak yapmışlar. Çatıya da bacayı kondurunca al sana ev olmuş.
Bu dernekten bozma evimizin kocaman pencerelerine yaz güneşinin sıcağı erkenden düşerdi. Bu yüzden geç saatlere kadar uyuma imkânı bulamazdım. Sıcaktan nefesim kesilir, yataktan hemen kalkmak isterdim. Bu durum işime yaramaz da değildi hani. Erken kalktığım için sabahın akşamı gelmek bilmez, vakit çokluğundan oyunların tadına doyamazdım.
Gelgelelim evin büyük pencereleri yüzünden kışın hiç ısınamazdık. En kötüsü de yağmurun çok yağdığı zamanlardı. Bastıran sağanak, dağların ardına saklanmış ayazı alıp köyün üzerine estirirken, pervazlardan gelen soğuk dayanılmaz olur, içeriye yağmur suları dolardı. Babam çarşıdan muşamba getirir, pencerelere çivilerdi. Muşambaya vuran yağmurun ritmik seslerinde uyumanın tadına doyum olmazdı. Bir ninni sesi gibi gelirdi düşen damlalar.
Yalnız bir kusuru vardı bu korunaklı muşambanın. Dışarısını hep bulanık gösterir, eve gelen ziyaretçileri hayal meyal seçerdik. Bu durum bahara dek sürerdi. Ama bahar gelince her şey başkalaşırdı. Muşamba sökülür, pencereler ardına kadar açık kalırdı. İçeriyi hanımeli kokusu, taze saman kokusu, karpuza benzettiğim yeşil çimen kokusu ve akşam saatlerinde ahırlarına dönen hayvanların kokusu doldururdu.
Uzun armut ağacının gölgesine kurduğum salıncakta akşam ederdim. Gönlümce eğlenirdim. Beş para vermeden sallanırdım. Bütün ağaçların sahibiydim. Hangisini canım çekse dalından uzanır meyvesini yer ya da gölgesinde serinlenirdim. Evin arkasında bulunan koruluğun yeşil eğreltilerinde gezinirken ısırganlara dokunmamaya dikkat eder, bu kuytu korulukta nice hikâyeler düşünür, ağaç tepelerine konan kargalarla arkadaşlık ederdim.
Köyün çocukları bahçemize geldiğinde mutlaka oyun oynardık. Toprakla yoğrulmaktan kendimizi alamazdık. Dalında erik yer, ördeklerin peşinden gider, köyün çeşmesinde ıslatmaca oynar, akşam vakitleri mantar toplamaya çıkardık. Ağaçlara çıkıp, annelerine yakalanmadan kuş yuvalarındaki yavru kuşlara bakardık. Dereye gidince çimer, papatyaları sevdiğimiz kızlara verirdik. Çıplak vücutlarımıza bulutların gölgesi düşerdi ve neden bilmem benim kurbağalarım koşu yarışmasında birinci gelirdi.
Köy ninelerinin yaşlı elleri yüzümüz okşarken canımızı acıtırdı. Patlamış kar beyazı mısırları, közü henüz bitmiş mangalın karşısında bekleyen annelerimizin ellerinden yerdik. Senin benim çocuğum yoktu. Köydeki çocuklar bütün evlerin çocuklarıydı. Hele sevdiğim bir Güllü Teyze vardı, ne zaman acıksam kapısına dayanır, boynumu büker ‘’Güllü Teyze ne olur bana sac üzerinde yağlı pide yap!’’ diye feryat ederdim. Önce kovar movardı ama sonra duygu sömürüme dayanamaz, ateşi harlar, ekmek teknesinde yoğurduğu hamuru, ırgatçılıktan dolayı nasır tutmuş kocaman elleriyle ezer, pide hamurunu sacın üzerinde nar gibi olana kadar pişirirdi. O mayanın pişerken bıraktığı koku bütün köye yayılırdı. Yeni sağdığı sarı kızın yağından çıkardığı tereyağını sıcak pidenin üstüne sürer, ortadan ikiye katladığı yağlı pideyi yemem için elime sıkıştırıverirdi. O ne biçim bir lezzetti öyle! Yerken gözlerimi tutamaz, kaydırır dururdum. Bu eşiz lezzet armonisine annemin bahçeye diktiği yeşil soğanı ekler, üzerine de bir bardak soğuk ayran içerdim.
Oradan ayrıldığımızda on üç yaşındaydım. Bütün çocukluğumu orada bırakarak göçtük İzmir’e. Büyük, güzel şehirdi İzmir. Denizi ilk orada gördüm. Uzun kanatlı martıları, suyun üzerinde batmayan vapurları, Hint masallarındaki racaların gölgelendiği palmiye ağaçlarını ve rüzgârgülüne benzeyen o büyük direkleri de… Lakin İzmir’in o güzelim konaklarında, gökyüzüne yükselen panjurlu apartmanlarında oturacak paramız yoktu. Babam, birazı taştan, birazı ahşaptan olan bir ev kiralamıştı. Karşıyaka’nın ara sokaklarındaydı ev.
O zamanlar tam otomatik çamaşır makineleri yeni çıkmıştı. Babam gururla eve yeni satın aldığı makineyi getirmiş, annemin gönlünü bir kez daha fethetmişti. Makineyi çalıştırma kılavuzunu okumuş, ilk düğmeye ben basmıştım. Her şey yolunda gidiyordu; ta ki sıkma programı başlayıp makine delirene kadar… Yerlerin tahta olmasından dolayı yanaklarımıza kadar sallanmış, makineyi nasıl durduracağımızı anlayamamıştım. Her şey tirim tirim titremişti.
Hurdacı Rasim amcayı ise üç tekerlekli bir el arabasında hurda taşırken tanımıştım. Yüzünde demirin pası vardı. Kelli felli, bıyıklı bir adamdı. Evimizin hurdalarını almaya geldiğinde dostum olmuştu.
‘’Koskoca öğretmen böyle bir evde mi oturur? ‘’der, fakirliğimizi yüzümüze çarpardı.‘’Hoş, benim ev bundan da kötü ya neyse!’’ diye serzenişte bulunurdu. Her akşam iş dönüşü yolunu gözler, arabasını durdurur, topladığı hurdalara bakardım. Eski elektronik eşyalara hayrandım. Radyolar, eski televizyonlar, gramofonlar, kasetçalarlar…
İzmir’in en çok gecelerini sevmiştim. Yıldızı ne çoktu. Dar sokaklarında hayat bitmez, sabaha dek şehrin ışıkları sönmezdi. Gece doğan, gündüz uyuyan bir şehirdi İzmir. Yeni yetme delikanlıydım artık. Her gün sakal tıraşı oluyor, pantolonumun ütüsünü defalarca anneme yenilettiriyordum. Yasemin kokulu sokaklarda ilk kahvehane deneyimlerimi yaşamış, okulu kırıp arkadaşlarla gezmeye gitmiştik. O zaman tanımıştım Nagihan’ı. Nasıl aşık olmuş, bulutların üzerinde yere inmeden nasıl da aylarımı geçirmiştim. Nagihan’a aşkımı itiraf edemeden gelip geçti günler. Kısacık zaman diliminde ömrümün ilklerini yaşadığım İzmir’den ayrılmak zorunda kaldık. İstikamet Şarkışla idi.
Kamyona koyduk kırık dökük eşyalarımızı. En emniyetli yerde gitti çamaşır makinesi. Kamyon devrilse bile çamaşır makinesi sağlam kalırdı. Bense kamyonun tepesinde, karanlığın içinde, gökyüzü üzerimdeyken gittim Şarkışla’ya. Sıcak bir yaz esintisi dağlardan esiyor, kulaklarımı yalayarak geçiyordu.
Gece yarısı bozkırları aşmış, suçlu gibi kaçmıştık İzmir’den. Sabah karşı yeni evimize varmıştık. Şarkışla’nın sarısını gördüğümde başaklar yeni kesilmişti. Başı büyük dağlarda kartalların geniş kanatlarında güneş belirmişti.
İlçe merkezinde kaloriferli bir evdeydik. Geniş odaları ve balkonu vardı. Herkesin bir odası olmuştu artık. Garından yükselen trenlerin dumanlarını görürdüm. Trenler gelir giderken yolcuların suretleri değişirdi. Bunca insan nereden gelir nereye gider diye düşünürdüm.
Uzun bozkırın kışları çok canımı yakmıştı. İki kilometre uzaklıktaki liseye yürüme gider gelirdim. Donmuş ırmakların üzerinde, beyazın can alıcı ateşini hep ensemde hissederdim. O yıllarda uzun öksürüklerim başladı. Ve annem yeniden doğurmuş gibi bana özenle bakmıştı.
Babam burayı çok sevmişti. Tam yaşayabileceği bir kasaba bulduğuna sonunda inanmıştı. Babama göre burası ne kalabalık ne sakindi; ne pahalı ne ucuzdu. Şükür! Babama bir yer beğendirebilmiş ve yerleşik hayata geçmiştik, ama benim yolculuklarım sona ermemişti. Asıl göçebelik kaderimin ilerisindeydi.
Üniversiteyi kazandığım yıl görmüştüm Safranbolu’yu. O tarih kokan evlerin içinde bir Osmanlı Şehzadesi gibi dolanacağım demiştim. Dört arkadaş ev tuttuk. İki katlı ahşap evdi. Üflesen yıkılacak gibi duruyordu. Altı daha evvel ahır olarak kullanılmıştı. Önündeki tulumbalı kuyunun soğuk sularından güzel çay demlenirdi. Eve lazım gelen her eşyayı ikinci el pazarından almıştık. Masa, sandalye, dört somya, el dokuması kilimler, güğüm, ocak, kaşık, tabak ve çatallar… Ihlamur ağaçları ve uzun çınar ağaçların gölgesi eve düşer, sokağın ışıklarını görmeyen bahçede beliren karanlık, ağaçları birer yaratığa dönüştürdü. Fırtına çıktığı geceler, ağaçlar deli gibi salınır, kâbusum olur üzerime çökerdi.
Bazı geceler evin ahırından sesler, tıkırtılar duyardık. Artık tıkırtılardan akıl sağlığımızı yitirecek duruma gelmiştik. Nedir diye düşünürken; ev arkadaşlarımızdan Hilmi ‘’fare’’ dedi, Hataylı Osman ‘’peri’’… Bir gece kapan kurduk. Sabahı aslan gibi güçlü kuvvetli bir fare kara gözleriyle bize bakıyordu. ‘’Geçer’’ dedik, ertesi gecenin sabahında da kafes boş değildi. Bir hafta sonunda yakaladığımız fare sayısı sekize yükselmişti.
Hayaleti andıran, yaşlı ev sahibi kadında aldık soluğu. Peşin verdiğimiz üç aylık kiranın parasını aldığımız gibi uzaklaştık evden. Sonrasında evim olmadı. Öğrenci yurtlarında soluklandım.
Mezun olduğumda yine Şarkışla’nın yolunu tutmuştum. Babamın sevdiği kadar sevmediğim bu şehre dönerken burada yaşamamayı aklıma koymuştum. Başka yolculuklar geçti kafamdan. Önümde askerlik vardı. Sonrasında iş için başka illere gitmek… Hatta çocukça bir heyecana kapılıp, yurt dışına açılmayı bile düşlemiştim. Ama bir şeyin farkına varmıştım: Ben nereye gidersem gideyim, hayalimdeki ev hep aynı kalacağıydı. Arkasında eğrelti otları olan, önündeki avluda kollarına salıncak kurabildiğim yaşlı armut ağacı ve camdan dışarıya baktığında her şeyi flu gösteren bir ev…
Serpil Tuncer