0

Annemin, arkadaşlarının Hazna ’dan söz ettiğini çok işitmiştim ya ilk kez, komşularımızdan birinin ölümü dolayısıyla gördüm onu. Ölü, daha ellisine gelinceye dek sayrılık yüzü görmediği halde, sayrılığın içten içe yiyip bitirdiği bir adamdı; ölüm haberini bir komşu vermişti kaygısızca, annem şaşkınlık göstermeden karşılamıştı haberi. Bana gelince, bu beni rahatsız edecek değildi, bu olay canlı izlenimlerle dolu bir günü haber veriyordu bana. Ölünün mum gibi olmuş yüzüne merakla bakmak, karısının, kızlarının ona nasıl ağlayacaklarını, ağıtçı kadınların ezbere bildikleri sözleri basa basa söyleyerek, ellerini çırparak nasıl ağlayıp sızlayacaklarını gözlemek için komşu çocuklarıyla birlikte ölü evine sokulmak düşüyordu bana, kolayca.

Hemen, küçük bir kız arkadaşla el ele tutuştum, daha şimdiden, bizim gibi aşırı duyarlıklarını doyurmak için ölüyle tanışmaya gelmiş bir sürü çocuğun durduğu kapının yanında yer kapabilmek için meraklıların bacakları arasına sokuluverdik. Ancak, Hazna ’nın kocaman eli, aralamak için üzerlerine inince dağıldı çocuklar. Kapı aralığına dikilmişti Hazna, içerisi tamamıyla dolmuş görünüyordu. Üzülmüş görüntüsü vermeye bir saniye yetmişti Hazna ’ya. Belikleri çözülmüştü, cebinden alnının çevresine bağladığı kara çatkıyı çıkardı. Ardından, yüreğimi kaplayan korkunç bir çığlık atarak, çivitle dolu bir testinin bulunduğu odanın kıyısına varmak için kadınlar arasından bir yol açtı kendisine, çivitle ovuşturdu elini, yüzünü. İşlerine ara veren satıcıların bayram günlerindeki yüzlerine dönmüştü yüzü o zaman. Ölünün başucuna yerleşti, bir çığlık daha attı, kadınların gözleri dolu dolu yineledikleri uyumlu cümleleri yüksek sesle okuyarak var gücüyle göğsünü dövmeye başladı. Sanki, yalnız bu ölüye değil, köyün tüm ölülerine birden ağlıyordu, yiten erkek kardeşin, oğlundan olmuş annenin, kocasını depreştirerek; öyle ki, ölenin kız kardeşinin, annesinin ya da eşinin bu kadınlar biraz yatışınca Hazna, acıklı bir biçimde yeniden ölünün değerli niteliklerini sayıyor, ardından korkunç bir çığlık daha koparıyordu, yeniden başlıyordu gözyaşları ağlayıp sızlamalar yükseliyordu, son kerteye varıyordu acı. Acı gösterilerinde başrolü oynuyordu Hazna. Dili yorulmak nedir bilmiyordu, baykuş ötüşünü andırıyordu sesi, üzüntülü görünme yeteneği eşsizdi. Ödül çabayla orantılı olmalı; bitmez tükenmez, derin acısına değebilecek, elverişli düzeye varan bir para olmalıydı karşılığında.

Tahtadan tabuttaki ölüyü götürmek için adamların geldikleri anı, şu insanlara değerli görünen  adamla henüz kurulmuş bağları böyle erkenden koparmamaları için Hazna ’nın adamlara yalvarmaya, onların acımalarını dilemeye başlama biçimini anımsıyorum hala, tam zamanında, söz kalabalığının çileden çıkardığı taşıyıcılardan biri yerinden itti Hazna ’yı, arkadaşlarının yardımıyla kaldırdı tabutu, o sırada uğurlama belirtisi olarak kara mendiller sallanmıştı, kadınlar–biri, ölen kocasına ölüyle haber gönderecek, bir başkası ölmüş annesini anımsatarak ona- öğütler yağdırmışlardı, ağlayıp sızlamalarla yükselen o kadar ses arasından ayırt edilebilen Hazna ’nın çığlıkları mahalleyi tutmuştu. Üstünde bulunan tahtadan çubuğun tepesinde ölenin fesinin sallandığı tabutun ardındaki kalabalık ırgalanınca, böylece kadınlara biraz dinlenme fırsatı doğunca, bir şeyler yemeye komşu bir bölmede kurulmuş masanın çevresine çağrıldıklarında Hazna ’nın yiyecekleri gövdesine indirilişini gözlemekten geri durmuyordum. Gözlendiğini duyumsayarak zorlama bir gülüşle:

-Ekmeğin bir lokması kızım Mesude için. Yemeğini hazırlayamadan ulaştı acı haber bana. Ölü yemeği bunun karşılığı oluyor, dedi.

O gün, anladım, Hazna ’nın başkaları gibi bir kadın olmadığını, Ölüm’e ölenlerden daha gerekli olduğunu. Dağılmış saçları, korkunç eli, koca ağzı hiç gitmiyordu gözümün önünden. Her kezinde birinin öldüğünü hemen öğreniyordum, oraya gidemediği zaman anneme anlatabileceğim ilgi çekici bir görüntüye tanık olma merakıyla kamçılanmış olarak ölü evine koşuyordum arkadaşımla. Ama beni ölüden ayırıyordu hemen Hazna ’nın görünüşü; tüm ziyaretçileri de onların acılarına ortak ederek; bana, yaşlı anne babaların yaralarını deşiyormuş gibi gelen, düzenli olarak bağıra bağıra söylediği sözlerin eşliğinde, göğsünden yüzüne, yüzünden başına şiddetle çarpıp giden ellerini izleyerek gidip gelip duruyordu gözlerim.

Zaman geçip gitti. Bir gün Hazna ’yı bir düğünde gördüm, gözlerime inanamayarak. Aynı saçlar, kıvırcık, kara, ama taralı; şebboyla süslenmiş aynı çirkin yüz, ama kremle pudrayla çivit rengini almış oldukça değişik bir yüz. Gözleri çok büyük göründüler bana, onları süsleyen çevresindeki far yüzünden; kolları bilezik doluydu –kim o, ölü ticaretinin kazançlı olmadığını söyleyen?-, gürültülü gülüşünü koyvererek olabildiğince açılıyordu ağzı ve yarım ağızla sararmış dişlerinin arasında büyük bir sakız parçasını çiğnemek için kapanıyordu yalnız.

O gün, Hazna ’nın ölüm törenlerinde görülen ateşi kadarıyla düğünlerde kendini harcadığını anladım. Çalışması sabah erkenden başlamıştı; ağda yardımıyla gelinin tüylerini yoluyordu, kaşlarını da incelterek; ona evliliğe değgin ödevler üzerine öğütler veriyordu fısıldayarak – ya da en azından fısıldıyor görünüyordu. Genç kız kızarırsa, utanırsa, büyük bir kahkaha patlatmaya, onunla alay etmeye başlıyordu, onu iki üç gecede usta yapacağına kandırarak. Hazna, buna kefil oluyordu: yıkanırken kokulu bir sabun kullanmak, yüzüne biraz krem sürmek yeterdi yeni geline, parfümcüden edinebilirdi, ya da, en iyisi şimdiden Hazna ’ya satın alabilirdi kendisi.

Akşam süslenip püslenmiş kadınlar gelip, peykesinde oturmuş gelinin çevresini aldıkları zaman türküler dökülmüştü Hazna ’dan, köyün üstündeki göğü delmek istercesine. Dans sırasında unutulmaz hareketler sergilemişti Hazna. Kadınları gülmekten kırıp geçiren senli benli şakalar yaparak onlara, oradan oraya sekiyordu. Güvey, kadınların “haydi bakalım” diyen göz kırpışları arasında nişanlısını taşımak için göründüğü zaman, Hazna nişanlıları oda kapısına götürme görevini üstlenmişti, orada nöbet tutma hakkını bile almıştı. Sinirli sinirli bir şeyi bekleyerek gerdek kapısında durmakta niye direttiğini anlamıyordum bir türlü. Sonra, kısa mı uzun mu bir beklemenin ardından işaret verilince çığlığı bastı Hazna, tam anne babanın sabırsızlıkla beklediği sırada. Adamlar, o zaman uçlarını kaldırarak bıyıklarını burmuşlardı, kadınlar bir hoplayışta kalkmışlardı, ağızlarından gururlu çığlıklar çıkmıştı. Sonra, Hazna, yüzü, cebi, yüreği dopdolu, kadınların Mesude ’nin evliliğini de pek yakında görme sevincini dileyen sesleri arasında ayrılıp gitmişti.

Çünkü Mesude ’nin evliliği Hazna ’ca beklenen en önemli bir şeydi, bunun için biriktiriyordu bilezikleri, çeşit çeşit inciği boncuğu. Düğünlerde, ölüm törenlerinde elde ettiği bütün bu şeyleri getirip verebileceği bu kızın dışında neyi vardı ki?

Yazgı bu sevinci duymasına olanak tanımadı Hazna ’nın. Hiç unutmayacağım bir yaz dönemiydi o. Tifo mikropları Hazna için, bu mevsim tüm ötekilerden değişik olsun diye düşünmüşlerdi herhalde. Güneş bir ölü olmadan doğmuyordu; artık, yalnız bir günde üç kişiye çıkıncaya değin ölü, ağladığı söyleniyordu Hazna ’nın.

Tifo bağışlamadı Mesude’ yi. Mikroplar bağırsaklarının içine işlediler,  ölüm daha fazla bekletmedi Mesude ’yi, atıldı üzerine, annesinin yalvarmalarına yakarmalarına bakmadan.

Köy halkı, bir sabah, küçük Mesude’ nin öldüğünü öğrendi.

Gelecekteki uzun uykusuna daldığı öğrenilince merak aldı herkesi. Hazna kızına nasıl ağlayacaktı? Hangi, ah-vah sahnesini hazırlıyordu? Yas gösterileri mahalleyi alt üst edecek miydi?

Acıyla, merakla sürünerek, ona, az da olsa gerekli olan ağlayıp sızlamalarını göstermeye giden kadın kalabalığıyla Hazna ’nın evine vardım.

Tek oda, oturmuş yirmiden fazla kadını sığdırmaya yetmiyordu, ötekiler kapının önünde ayakta duruyorlardı. Başların üzerinden Hazna ’nın yüzündeki anlatımı arıyordum, ağladığını görerek şaşkınlığım arttı. Üzgün, sessiz odanın bir köşesindeki yere bakıyordu gözleri hiç ayrılmadan. Başı kara çatkıyla sarılmıştı, yüzündeki çivit renk yoktu, yanaklarını dövmüyordu, giysilerini yırtmıyordu…

İlk kez, yalandan duygulanmayan bir varlıkla karşı karşıya bulunuyordum. Ölmeye yakın olan, acı çeken bir varlığın yüzünü görüyordum.

Yalnız denenmişlerini bilen dilsiz bir acı. Birkaç kadın hıçkırmak, çığlık atmak istedi; Hazna hayretle baktı onlara, bu gösterileri kınar gibi onun bu tutumuyla davranışlarından vazgeçerek sustu kadınlar. Küçük Mesude ‘nin, Hazna ’ya yapmacık olmayan duygularını açığa vurma fırsatı veren biricik varlığın cesedini kaldırmak için geldikleri zaman adamlar, bağırıp çağırmadı, giysilerini yırtmadı Hazna, ama, şaşkın gözlerle baktı onlara, camiye, ardından gömütlüğe doğru yöneldikleri sırada sersemlemiş bir halde izledi onları. Orada,  başını toprağın üzerine koyup toprağa uzanmakta yetindi, küçük bedenin içine bırakıldığı toprak parçasında saatlerce kalarak.

İnsanlar Hazna konusunda çeşitli düşünceler yürüterek döndüler ölüyü gömmekten. Kimileri onun mecnunlaştığını, bilgece davrandığını söylüyordu. Kimileri de onun artık akıtacak gözyaşı olmadığını, tüm gözyaşını başka ölüm törenlerinde bitirdiğini söylüyordu. Bundan ona hiçbir şey kalmayacağı için ağlamadığını söyleyen insanlar da çıktı!

Hazna’ nın ancak gözyaşı ticaretini bıraktığı anda acıyı tanıdığını anlayanların bulunması da epey şaşırtıcı oldu…

Samira Azzam

Dünya Edebiyatından Seçme Öyküler S:219

KKM Yayınları

Leave a Comment

İlgili İçerikler