SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
O gün yerin altından üzerine doğru yürüyordum. İnsanlar akın akın üzerime geliyordu. Herkesin acelesi vardı. Saatin tik takları yorgundu, yüzlerde umutsuz bir ölüm vardı. Birisini durdurmak ve konuşmak istedim. Tanıyıp tanımamak bazen önemli değil. Böyle diyorum çünkü canım konuşmak istiyor bazen, sadece konuşmak… O gün de öyle olmuştu. Merdivenler yürüyordu ama insanlara emekliyor gibi geliyordu, herkes kendi ritmiyle koşuyordu bir yerlere. Ben geride kalıyordum. Hızlı yürümeme bir sebep atfedilmemişti. Hayat, basit ve sakindi benim için. Ellerimi cebime atmak istedim, üşüdüğüm için değil.
Bir ara sertçe omzuma çarpan bir şey oldu. Dönüp bakmak istedim ama o akında sürüklenmekten korkup vazgeçtim. Omzumu ovalamak da istemiştim.
Metronun çıkışına nihayet gelmiştim ki köşede boylu boyunca uzanmış bir tane çiçek gördüm. Mor tonlarında bir papatya idi. Ben papatya diyorum, belki de başka bir adı vardır. Çıkışın bu tarafında geldiğim yöne göre nispeten sakinlik hâkimdi. Durumdan faydalanarak çiçeğe doğru yürüdüm. Başlangıçta yerden alıp almama noktasında kararsız kalsam da eğilip nazikçe yerden kaldırdım. Tek başına bir çiçek bana son derece hüzünlü gelmişti o an. Bundan olacak ki onu yerden ‘nazikçe’ almaya özen gösterdim. Elime ilk aldığımda yeşil ince gövdesi, içimde yumuşak bir his oluşturdu. Bir iki defa baş parmağımın ucuyla okşadım. Genelde kızlar, çiçekleri koklar sonra da incelerler fakat ben koklama arzusu ilk anda pek duymadım. Yapraklarına dokundum. Bu yaprakları bir nevi fal aracı olarak kullananlar aklıma geldi. Ben hiç ‘’ seviyor, sevmiyor’’ diye koparmamıştım. Kıyamamış mıydım yoksa ihtiyaç mı duymamıştım yoksa hiç sevmemiş miydim bilemiyorum. O an kıyamamış olacağımı düşünmek istedim. Renkler beyazdan mora geçerken hoş bir armoni oluşturmuştu. Yumuşak, zarif ve ahenkli…
Bir müddet, çiçekle baş başa kaldım. Tüm o gürültü, hengâme, sürat benden çok uzaktı. Bu çiçek bana büyü yapmış gibiydi. ‘’Hikâyesini bana anlatır mı’’ diye içimden geçirdim. Nedense ona soramadım. Düşünmek istedim. Peki ne düşünmeliydim? Zamanım beni çekiştirmeye başlamıştı. Kulak vermemeye daha fazla dayanamadım. Durduğum yerden çıkışa doğru yürümeye başladım. Çiçeği sol elimde, karın hizamda tutuyordum. Yolda birkaç kişinin elimdeki çiçeğe baktığını fark etmiştim. Çiçeğin güzelliğine baktıklarını sanmamakla beraber niye baktıklarını da bilemiyorum. O gün sokak lambalarının ışığı soluktu, sokak tam aydınlanmıyordu. Yol her zamanki gibi işlekti. Korna sesleri, yıldızların şarkısını bastırmak için elinden geleni yapıyordu. Sislerin ardından orkestrayı yönetmeye çalışan bir de dolunay vardı. Dolunayı görünce içim ürperir hep. Gücünü dolunaydan alan bazı efsaneler duymuştum. Kurda dönüşen insanlar vardı o efsanelerde. Korkum bundan ötürü olabilir.
Gökyüzü ile olan işimi bitirince elimdeki çiçeği hatırladım. Sağ yanımdan kuvvetli bir rüzgâr geçince de çiçeğin kokusunu hissettim. Kokuyu tanımıştım, çocukluk kokusuydu bu. Eskiden her Pazar, ailece pikniğe gitmek gibi bir alışkanlığımız vardı. Pazar günü gelince annem piknik sepetimizi hazırlar, babam su bidonunu doldurup, mangalı arabaya koyar, kilimleri aşağı taşırdı. Ağabeyim babama, ablam anneme yardım ederdi. Bense evin en küçüğü olarak elimi bir işe sürmez, koşturup dururdum. Her şey hazır olunca, ağabeyim beni sırtına alıp arabaya götürürdü. Ağabeyim beni sırtında taşımayı severdi. Ben de şımarmak için bir yol daha bulmuş olur, mahallenin kızlarına hava atardım. Hepimiz arabaya doluşunca da çok da uzağımızda olmayan bir yere pikniğe giderdik. Her yer yemyeşildi. Uzun boylu ağaçlarla kaplıydı. Ben bu ağaçları o zamanlar pek sevmezdim. Boyum iyice küçülürdü yanlarında, kendimi yok muşum gibi hissederdim. Ağaçların gölgesinde halımızı serer, annemle ben çekirdek çıtlardık. Babam, mangalı kurar, kömürleri hazırlardı. Ağabeyimle ablam da etraftaki çalıları toplarlardı. Ben çekirdekten sıkılınca etrafta koşar, yorulunca papatya toplardım. Demet demet papatyaları ablamın eteğinin ucuna dizerdim. Ablam da onlarla bana taç yapardı. Ablam becerikli birisidir.
O günleri hasretle anmayalı çok olmuştu. Yeşil renginden uzak kalmayı kanıksamıştım. Ama rüzgârla burnuma gelen o koku beni silkelemişti sanki. Papatyanın ortasındaki o yuvarlağın da yeşil olduğunu sonra fark ettim.
Papatyayı bir kez daha çevirdim. Evimizin önüne gelmiştim. 10 katlı bir binanın dokuzuncu katında oturuyorduk. Başımı kaldırdım. Neyle yarışıyorduk da bu kadar kat çıkmıştık acaba? Bal köpüğü rengindeki sıra sıra bloklardan birisiydi bizimkisi. Geniş, müreffeh bir dairemiz vardı. Belki de yoktu. O an içimin daraldığını hissettim. Çiçeğe bakmak istedim. Gözlerimi çevirdim: Boşluk…
Sahibi olmayı benimsediğim papatyam yok olmuştu. Etrafıma baktım, göremedim. Geldiğim yoldan geri gitmeye başladım. Gözümü dört açmış, her yeri kolaçan ediyordum ama nafile! Bulamadım.
Ne zaman metroyu kullansam hep o çiçeği ararım. Bir gün yine yerde uzanıp, beni bekleyeceğine inanıyorum…
Kübra Akgün