ÖLÜM VE DOĞUM GÜNÜ Bir çukur açıyorum yıllardır. Kazıyorum derine, magmaya yakın en dibe. Çabalıyorum, yoruluyorum, ağlıyorum. Gözlerim şiş, acı dolu uyanıyorum. Öyle bir...
Çocuklar gibi şendim. Hani kargaya taş atarsın da kocaman kanatlarını açar kuşcağız, gaklar boş bir arazinin ortasında ve küme küme bulutlara karışıp göklere yitip gider ya, işte öyle bir şenlik. Taş mıdır oyunu kazanan yoksa karga mıdır uçtuğu yükseklerde kendine yer arayan? Bırakın oyunu kazanmaya da nedir bu hikâyede çocuğu mutlu kılan? Tam da böyleydim işte. Boş ama mutlu… Oyunun galibini seçemesem de kendimce mutlu…
Loş ışıkların süslediği lokantanın beş yıldızlı kaşıkları arasında onu gördüğümde birden geriye gittim. Yıllar önceye… Çok da değil hani. Yaşımı mübalağa etmek istemem. Şimdilerde tam da delirecek, bunalımdan bunalıma geçecek yaştayım. Orta yaş bunalımının, kırk yaş sendromunun tebelleş olduğu ve insanı sarsığı vakitlerdeyim.
Karşımda duruyordu. Yılarca ağladığım, bir gençlik aşkı uğruna kız lisesi ya da boğaza nazır bir lise yerine gidip de onca erkeğin arasında elektrik teknisyenliği okumak zorunda kaldığım beyzadem karşıma dikilmiş hanımıyla yemek yiyordu. Hanımı diyorum çünkü evlilik resimlerini görmüştüm. Bu yüz karısının yüzü, evet. Anımsadım.
Hiç değişmemiş. Aynı Pinti Kemal… Bizim Kemal. Pintiliğinden eser kaybetmemiş. Üzerindeki paspal ceket on yıl evvelin modası. Ayakkabıları ise uyumsuzluktan resmen bar bar bağırıyor. Ne diye mi? Ne diye olacak: “Bu adamın ayaklarından bizi çıkarın.” diye. Gerçi ayakkabı bir çift olduğu için burada çoğul ekinin olmaması gerekliydi. “Bağırıyor.” desem daha doğru olacaktı ama kanımca Pinti Kemal ayakkabıyı bile alırken biri için ayrı öteki teki için ayrı pazarlık etmiştir ya her neyse. Ama Kemal bir yana yanındaki hanımı daha bir dehşetli görünüyor. Kadının kat kat olmuş gerdanını görünce bu kadın tartıda 110 çeker diye düşündüm. Lakin sandalyeden uzanan bacaklarını görünce değil 110 vallahi 140 çeker dedim. Koca bir et kütlesine bir kafa koymuşlar onu da Kemal’in karısı deyip yanına oturtmuşlar. İnsan ne yer ne içer de böyle olur diye düşünmeye başladım. Doğrusu karısını doyurma konusunda Kemal pek pintilik etmemiş. Yedirmiş, beslemiş, büyütmüş. Hoş bu sözlerime bakıp beni bir obez düşmanı bilmeyin.
Beyzademle hanımını içten içe süzerken yanıma garson geldi. “Siparişiniz nedir hanımefendi?’’ diye sorduğunda menüyü istedim. Şöyle bol yoğurtlu bir iskenderle yanında fıstıklı bir porsiyon tel kadayıf yiyecektim lakin Pinti Kemal’in karısını görünce sadece 2 dilim kızarmış ekmekle kocaman bir tabak yeşil salata diyebildim. Bütün iştahımı kaçıran kadının üstünü başını süzerken siparişlerim gelmişti. Doğrusu kadın kilosuna rağmen oldukça iyi giyinmişti. Baştan aşağıya siyah rengi seçmesi ise kanımca kilolarını maskelemek için yapılmış dâhiyane bir seçim olmalıydı. Tebrikler diyorum ve bu hatuna 10 üzerinden 10 puan veriyorum. Üstelik son derece marka kıyafetler seçmiş. Eee Kemal, yemeyenin malını yerler. Hiç unutmam lisedeyken okulun mezuniyet partisinde resim parası veririm diye toplu resmimize bile girmemişti. Bu kadarla da yetinmemiş mezuniyet balosu parasını ucuza getirmek için çalgıcıların yanında yer almış, o kirli darbukasıyla hop oturup hop kalkmıştı. Allah için bütün gece gözlerini benden alamamış, arada bir piste inip benimle dans etmişti. O gece onca erkeğin arasında gözlerim bir Kemal’i aramış, tek Kemal’e bakmıştı.
Okul bitip, artık işsiz bir elektrik teknisyeni olunca sudan çıkmış balık gibi ortada kalakalmıştım. Bütün arkadaşlar iş buldu ama bu ülkede hangi elektrikçi kadın alet çantasıyla, kontrol kalemiyle gezinip de iş bulabilir ki. Ev kızı ruhuyetine çoktan girmiştim. Bütün gün kanaviçe işliyor, annemle mutfakta üzüm yaprağı sarıyor, arada bir tül perdeleri yıkıyordum. Bana göre olmayan bir dünya iş yaptıktan sonra komşu hanımlarla çay içiyor, magazinden konuşuyor, dedikodu yapıyorduk. Ne sıkıcı günlerdi. Ah, ne sıkıcı! Bütün gün Kemal’i özlüyor, yoldan geçer diye pencerede yolunu gözlüyordum. Kemal’e bakkalın çırağından bir not uçurup: “Bu böyle olmayacak mutlaka görüşelim.” dedim. Sırf Kemal’i görebilmek için gittiğim okulun yerini artık köşedeki Haydar Pastanesi almıştı. Her gün saat tam birde Kemalle görüşüyor, evlilik hayalleri kuruyorduk. Mutlu ama işsizdim. Ayaklarım yere değmiyor bir bulutun tepesinde dünyayı geziyordum ama çok sürmedi bu mutluluk. Balonumu mahalleli patlattı. Annemin kulağını aşındıran sözler, babama kahvehaneden gelen mahalle baskısı… Velhasıl dedikodu aldı başını gitti. Babamdan yana dayak kötek görmedim hiç. Rahmetli su gibi nurlu adamdı. Anlayışlıydı. “Kızım istesinler, seni veririm.” dedi. Elçiye zeval olmaz derler ben de babamın sözlerini Kemal’e ilettim. Düşündü taşındı. Mırın kırın etti. “Annem seni bana asla yar etmez!” dedi. “Nedenmiş o?” dedim. Gerisi gelmedi. Yine bir gün Haydar Pastanesi’nde Kemalle muhallebi yerken annesi çıkageldi. Saçımı başımı yolduğu gibi türlü türlü hakaretler etti. O da yetmezmiş gibi: “Şişko sen de! Düş oğlumun yakasından!” dedi. “Okuyacak, adam olacak benim oğlum Avrupalar görecek. Daha önünde askerliği var!” dedi. Hepsi bir yana ya “şişko” demesi… En çok da o kelime ağrıma gitti. Kabul ediyorum, çocukluğumdan beri hep balıketliydim. Yemeği, içmeyi de çok severdim. Hatta ilkokulda “Büyüyünce ne olacaksın?” diye sorulduğunda: “Balerin olmak istiyorum.” derdim. Bütün sınıf katıla katıla gülerdi. Pastaneden çıktığımda üzerime koca bir leke binmişti. Hani evlilik, bahçeli evimiz, kır düğünü, saten gelinlik… Hepsi uçup gitmişti. Günlerce ağladım. İnsan içine çıkamadım. Bir genç kızın incinen onurunu kim yerine koyabilir ki? Tabii olarak bu durumu ancak muhatabı olduğu kişi düzeltebilir. Kaçmayı kafama koymuştum. Kemalle kaçacaktık. Böylece adımı temize çıkaracaktım. O gece incir ağacın altında sabaha kadar bekledim. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Aylardan kasımdı. Kış kapıya dayanmıştı. Yıldızlar gökten arındığında, sabah ezanı okunduğunda bu hikâyenin neticesini anlamıştım. Benim için Kemal işi, o dakika oracıkta bitti. Bağrıma taşı basmamla ayaklarım da yere basmış oldu. Gel gör ki bizim oğlan ne okudu ne de Avrupalar gördü. Askere bile evliyken gitti. Annesinin Haydar Pastanesi’nde çıkarttığı olayın üzerinden üç ay geçti geçmedi, duyduk ki Kemal kız kaçırmış. Benim aşkımdan dolayı delirmesinden korktum. Muhtemelen beni unutmak için bu çılgınlığı yapmıştır, dedim. Arkadaşlar acı haberi tezinden söyledi. Meğer ikimizi de aynı anda idare etmiş.
Ah be Kemal! Bu kadın için mi beni terk ettin! Onca yıl aynı sırayı paylaştığın sıra arkadaşını ne diye kurda kuşa yem ettin. Bir kusurum yok, hiç olmadı sana karşı ama senin kusurların… Saymakla bitmez.
Kaldır o tıkındığın masadan da bir bak bana! Hala eskisi gibi orta belli, hala pamuk tenliyim. Bir şirkette üst düzey yöneticiyim. Senden dolayı yaşadıklarımdan akıllanmış olacağım ki artık istikbalimi yaparken hiçbir erkeğin gölgesinde olmayı kabul etmedim. Dış devletlerde okudum. Üç lisanı yalayıp yuttum. Sen adam oldun mu bilemem ama ben kanımca insan gibi insan oldum.
Salata da mideme zehir gibi oturdu. Derin bir “Ah!” çektim. Her şey bir yana anılar insana biçilmiş elbise gibi… Giysen de senin, giymesen de… Hani giymeyim o elbiseyi dolabın bir köşesinde dursun dersen bu daha beter. Dolabın kapağını her açtığında önünü çıkar elbise. İşte anılar da böyle… Tam unuttum, bitti derken böylesi bir tesadüfte gözünde yeniden canlanıveriyor her şey.
Şimdi ne mi olacak? Hiçbir şey tabi… Yemek sonrası arkadaşlarla şehrin ışıltılı karanlığına akacağım. Kemalle karısı burada tıkınmaya devam edecek. Karısı şişecek de şişecek. Şimdi şu an bile en az 2 kiloyu üzerine giyinecek. Belki ileride bir kliniğe kapatılacak. Onu zayıflatmayı kendilerine ödev bilen doktorlar reçete üzerinde o diyet senin bu diyet benim sürekli karalayıp duracak. Muhtemelen burası da daimi restoranlarıdır, hep buraya geliyorlardır. Bu yüzden buraya bir daha gelmeyi düşünmüyorum. İşte yemeğimi bitirdim ve hesabı ödeyip çıkıyorum. Oh dışarıda mis gibi bir hava varmış. Hey! Taksi…
Serpil Tuncer