SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
“Etrafın sarıldı. Teslim ol! Hiçbir yere kaçamazsın. Telsim olman için sana beş dakika süre tanıyorum.”
Polis megafonundan yankılanan bu alüminyum ses, gizlendiği metruk evin pencerelerinden boş odalara doğru yayılıyordu. Çerçici sesi gibi… Gülümsedi. İlk tabancası geldi aklına. Köye çerçici gelmişti. Elli hanelik köyde ne kadar çocuk varsa birden eski kamyonetin başında toplanıvermişti. Renk renk tokalar, kurdeleler, oyuncak bebekler, naylon leğenler, mandallar, “ Bayram” markalı, kırmızı jelâtinli sakızlar, plastik toplar ve en tabii plastik tabancalar… Tabancalar ne kadar da sahiciydi. Babası para verir miydi ki? Cevabı bildiği halde, bir umut babasına koşmuştu. Terslemişti babası kaşlarını daha da kalınlaştırarak: “Ulan düşman kapıyı mı sardı, tabancayla ne işin var. Defol git!” Gün boyu çerçicinin gelmiş gitmiş tabancaları seyretmişti. Çerçici yumurta, naylon, buğday falan da alıyordu. Eve geldi, ambar kilitliydi, folluğu yokladı, yumurta da bulamadı. Hatta birkaç folluk daha dolandı, hepsi boştu. Köyün içinde çerçicinin alabileceği nitelikte naylon parçaları aradı durdu. Hiçbir şey bulamadı. En sonunda ayağındaki sağlam naylon ayakkabıları çerçiciye verdi. Şimdi bir tabancası olmuştu artık. Eve vardığında babasından sağlam bir dayak yemiş, ceza olarak sonraki on beş gün yalınayak dolanmıştı. Bu olay, köye bir zaman eğlence konusu olarak yetmişti. Kendi de gülümsüyordu şimdi yaptığına.
İçinde tek kurşunu kalmış tabancasına baktı, sonra üzerine bir iki damla kan düşmüş parlak rugan ayakkabılarına. Ayakkabısı da vardı şimdi, en sahicisinden tabancası da. Ama “beş dakikan var!” diyordu çerçici sesli polis komiseri. Belki de bu sürenin bir dakikası geçti, gitti bile.
Yaralıydı. Sokağın başında art arda omzundan iki mermi yemiş sonunda bu metruk eve sığınabilmişti. Canı çok yanıyordu. Beyaz gömleği neredeyse tamamen kan rengini almıştı. Gücünün gitgide azaldığını hissediyordu. Buradan çıkmasına imkân yoktu. Polis komiseri haklıydı. Burası yolun sonuydu. Teslim olunca bitecek miydi peki? Hâkimi vardı, savcısı vardı, mahkemesi vardı… Kalan ömrü dört duvar arasında geçecekti. Metruk evin içinde çömeldiği pencere dibinde bir süre sessizliği dinledi… Ölüm sessizliği. Gergin bir bekleyiş… Her biri siperlerin ardına gizlenmiş polisler sürenin dolmasını, polis komiserinden gelecek vur emrini bekliyorlardı. Korkuyorlar mı benden acaba? Polislik ne garip meslek… Sen tut başka bir insanoğlunun sözlerine göre hareket et… Birinden emir almak… En sevmediği şeydi bu.
“Ah baba!” dedi. Ne çok emirler yağdırırdı. İçi ezildi birden. Gözleri asılı kaldı tavanda. On beş yaşıydı. Babası ile yonca topluyorlardı. Kendisi de yonca demetlerini römorka yüklüyor, babası da römorkun üstünde yonca demetlerini düzgünce yerleştiriyordu. Babasının her zamanki huysuzluğu yine üstündeydi. Her yonca demetinde, demetin nasıl yükleneceğini yeniden tarif ediyor, beceremedikçe de sağlı sollu küfürler savuruyordu. Bir sabır, iki sabır… Daha fazla dayanamamıştı. Dirgenin dalını babasının kazağından geçirmiş, römorktan aşağı atmıştı. Köyden kaçış o kaçış… Tabii annesinin sandıkta gizlediği üç beş çeyrek altını almayı da ihmal etmemişti. Bir daha da köye uğramamıştı. Zaten onlar da hiç aramamıştı. Duyduğuna göre römorktan düşünce babasının ayağı kırılmış, babası iki ay bastonla dolanmıştı. Bu sefer de bu olay köyün eğlenceliğine yetmişti.
“İçerdeki, sana diyordum. Süren doluyor. Teslim ol!”
Birden irkildi. “Tabi ya! Teslim olayım da ödülü sen al.” Gazetelerden okumuştu. Başına büyük ödül konmuştu. “Suç Makinesi’nin yerini ihbar edene, sağ veya ölü olarak ele geçirene… “Ulan hayatımla kimseyi mutlu edemedim ama ölümüm bir işe yarayacak.” diye düşündü. Tebessüm etmeye çalıştı. Canı çok yanıyordu. Ayaklarının uyuştuğunu hissetti. Sol elini kurşun deliklerine bastırdı. Acıyla geri çekti. Omuzlarından akan kan kemerinden kasıklarına doğru sızıyordu. Kanın barutla karışık kokusunu duydu. Sağ elinde zorla tuttuğu tabancasına baktı. Tek kurşun… Suç Makinesi… Bu namı kolay almamıştı elbette. Kim bilir tetik parmağı kaç kez inip kalmıştı bu tetiğe. Kabzasıyla kaç kafayı dağıtmıştı… Ne çok can yakmıştı bu tabanca hakikaten. Kaç kadını kocasız, kaç çocuğu babasız bırakmıştı. Belki de şimdi kendi canını yakmaya hazırlıyordu. “Suç Makinesi tabi. İşlemediğim suç kalmadı, kanunun hangi maddesine baksan bir karşılığı vardır muhakkak. Haneye tecavüz, ırza tecavüz, soygun, katillik, gasp… Polis bile vurdum ulan. Dışarıdaki polisler bana nasıl kin biliyorlardır… Pişmanlık mı? Asla… Ben vurmasam onlar beni vuracaktı. Teslim olsam mı acaba? Diyelim teslim oldum, kim benim gibi bir adama merhamet eder ki? Yani bugün burada ölecek miyim? Ölmek istemiyorum, korkutuyor ölüm beni. Dört duvar arasında da olsa yaşamak istiyorum, hayat ne güzelmiş meğer. Bir beş dakika daha… Annemi çok özledim. Babamdan af dileyeceğim. Cahillikti hepsi diyeceğim. Belki bir af çıkar, devlet de affeder beni. Köye yerleşirim. Annem kimi derse onunla evlenirim, bir oğlum olur belki, yonca toplamaya gideriz onunla. “
“Teslim olsam…”
Gözünü kırpmadan takır takır öldürdüğü adamların merhamet istemeleri geldi aklına. Onlar merhamet diledikçe hıncı daha fazla artıyordu. İnsan erkek gibi ölmesini bilmeliydi. Ne o yalvarmalar falan…”Demek ki insan ölümle burun buruna gelmeyince anlamıyormuş hayatın kıymetini… Ne kadar haklıymış onlar…” Yaşamak şu beş dakikanın içindeki gibi hiç sevimli görünmemişti gözüne. Kendisi de merhamet diliyordu işte. Tabancasında tek kurşun… Hayır, yapamazdı bunu.
“İçerideki, sana sesleniyorum. Son bir dakikan! Bu son ikazım!”
Kararını vermek uzun sürmedi, yaşamayı seçti. Teslim olacaktı. Sırtından gömleğini sıyırıp çıkardı. Ama bundan teslim bayrağı olmazdı ki. Her tarafı kıpkızıl kandı. Mendili geldi aklına. Arka cebindeki mendiline uzandı. Mendile kan değmemişti henüz. Bembeyazdı. Mendilin bir ucunu tabancasının namlusuna sokuşturdu ve tabancaya dayanarak pencereye doğru hafifçe doğruldu. Kafası pencereden görünür görünmez yanaklarında bir sıcaklık hissetti. Peşine bir keskin nişancı tüfeğinin sesi. Olduğu yere çöktü. Tam “Teslim oluyorum” diyecekken keskin nişancının kurşunu bir avurdundan girmiş, ötekinden çıkmıştı. Kurşun dilini paramparça etmişti. Yeniden, güç bela teslim oluyorum demek istedi fakat kendi sesinden kendi bile ürkü. Sesi, ahrazların sesi gibi anlamsız bir gürültüden ibaretti. Keşke dili varken haykırsaydı teslim oluyorum diye. Hayatında ilk defa pişmanlık hissetti. Yonca tarlası geldi aklına, doğacak oğlu, iğde dallarının gölgesinde testide soğuyan su. Megafonun alüminyum sesi böldü bu görüntüyü:
“Süren bitti artık. Giriyoruz arkadaşlar!”
Belki elli polis siperlerinden fırlayarak metruk evin kapısından içeri daldılar. Bir dakika içinde silah sesleri birbirine karıştı.
Ve bu vaka polis raporlarında şöyle geçti:
“Suç Makinesi maruf A.E. dün gece metruk bir evde kıstırılmış olup, kendisine yapılan teslim ol çağrılarına riayet etmemiştir. Yapılan operasyonda, silahıyla birlikte (içinde bir adet kurşun) ölü olarak gele geçirilmiştir. Vücuduna öldürdüğü insan sayısınca mermi isabet etmiştir.”
Mustafa Soyuer