0

 

Çocuklar, son günlerde eskisi gibi gelip gitmez oldular.

“Osman’ım, Halil’im, Zeynep’im, Ayşe’m, Güldane’m…” Şalvarın anını* kaldırdı ve uçkuruna soktu. “Öyle özledim ki sizleri… “

Bu kez çocukların yerini torunları almaya başladı, “Uğur’um, Betül’üm, Eylül’üm…”

Geçen gün Osman bir telefon almış, “Bununla istediğin kişiyi ararsın ana.” demişti.

Belli, kendisine bir “mağana*” bulmuştu oğlan. Sorup soracağı kaç kişi vardı ki koca dünyada çocuklarından başka ya da onlar, canları istedikçe arıyorlardı ya işte.

“Sağ olsunlar!” dedi Elif, “Kaç atımlık pambığım* kaldı şurada. Gücensem ne yazar, gücenmesem ne! Zaar işleri vardır guzularımın. Ah, yazgımda şo özlem dinen şey olmasa!”

Kocası da özlemik* biriydi. Bir gün boşta kalsa ikinci gün sorar dururdu anasını.

Koca düşlemi gözlerinin önünde, “Ah Tahir!” diye mırıldandı, “İstemeden geldiydim sana, amma, ne de eyi adam çıktın bahtıma be! Amma, erden gittin işte… Ecelin önüne geçilmiyor ki anam…”

Anası da geçemedi ecelin önüne, “Guzum!” dedi Elif’e, sekerâtken* bir ara gözünü açıp. “Guzum… Hakkını koruyamadım dayına garşı. Helal et n’olur!”

Ne de çok ağlamıştı algaçtan* döndüğü gün, annesine sarılıp. Belli, ölürken bile, daha yüreği sönmemişti anasının, belli.

Aslında algaç* denmezdi ki olan bitene.

Bal gibi, oğlan kapısına oturakalmaktı bu.

Güneş vuran yanağına elini siper etti, “Amma” diye mırıldandı, “goca dayım, algaç* deyi kesmiş yargıyı, oturakaldığım halde…”

İkindi güneşi, hep merdivene vururdu güzün geçinde, gıdım gıdım kışa giderken. İyi ki eşiğe bitişik kurmuş usta, dam çıkışını. Anca iki basamaktı varabildiği yer. Güneşe yan dönüp oturdu.

Böyle bir günde çıkmıştı, bohçasını alıp da ormana.

Ne gören olmuştu, ne de bilen, gündüz gündüz, ardıç ağaçlarından başka. Ağaçlar ne bilsin Elif’in Kâzım’a gittiğini, kuşlar nereden anlasın içinin ‘Kâzım’ diye kaynadığını. Fındık Pınarı’nı geçecek, Avtepesi eteğini dolanıp Uyuzkurt’a inecek, oradan Gündoğmuş’a ve geceye de Horozlu’ya…

Köyde, algaçın yolları tutulur, tamam, biliyordu, Naciye’ylen Salih’ten. Tırtar’a girerken yakalanmışlardı, yol sinicilerine. “Amma” demişti kurgusunu kurarken, “beni bulamayacaksın boba… En azından Kâzım’ın eşiğine oturakalıncaya kadar.”

Isınan omzu kımıl kımıl, çımgış çımgış kaşındı ve gözleri doluverdi. Bir damla indi göz çukurunun birinden, Kâzım’ın yerini Tahir doldururken.

Sağ eliyle üst basamağı tuttu, yekindi, dönemedi. “Aman!” diye mırıldandı, “Seni de ecelin mi çağırıyor ne Elif Garı.” Kaç gündür ağrısı sızısı yoktu, ama iman tahtası soluğuna yetmiyordu nedense.

“Sence var mıdır dayımın da iman tahtası, Allah’ım? İnsanı sevdiğinden ayırmak hangi kitabında yazıyor?”

Oysa sevmek, gelecek için düşlem kurmaktı Elif’e göre. Yaş on yediydi, cıvıl cıvıl, Kâzım Kâzım kaynıyordu yüreği. Belli, o da yangındı kendisine, değilse ta Horozlu’dan çıkıp çıkıp gelir miydi üç güne, beş güne bir. “Allah’ım, kim bilir kaç kez buluştuk bunarın üstünde, itiburnunun arkasında, sen bilin sen! Kaç yaz, kaç kış ıssız gecelerde, goca bunar yalağına arılık attık… Dilek göleği değildi elbet Fındık Bunarı, amma gölek her yerde gölek, yalak her yerde yalak değil de neydi goca Allah’ım?”

Bir daha yekindi ve bir daha kavradı basamağı. Bu kez kalkabildi ve köşkün eşiğine geldi. Sırtını hatıla dayadı, derin derin soludu.

Hiç soluğu daralmazdı, onca işin gücün içinde.

Soluğu taze taze çıkarken ay ne de parlaktı o gün, “Allah’ım yardım ediyor bana.” Gündoğmuş’tan inip ana yola geçtiğinde de. Nasıl olsa Horozlu girişi de tutulacak değildi, kesin. Biraz sonra Kapız’a varırdı. Zaten, iki ev sonra koca dam çıkardı karşısına ve Kâzım’ın eşiği…

O gece de sırtını dayamıştı, ay batarken, ama duvara değil, köşk eşiğindeki merteğe, bohçası bacakları arasında…

“Kâzım’ım” dedi, doluk doluk. “Ta on beşinden beri yangın değil miyiz biz? ‘İste beni yiğidim’ dimedim mi sana, kaç kez? İste ki elin ağzı kapansın, ‘yoyuldu gitti Çavuş’un Elif kızı’ demesinler deyi…”

Eşikler hep serin olur, bu eşik de öyleydi.

Güdük Mehmet’in eşiği buz gibiydi o gece, güzün geçinde, sabaha karşı. Merdivende, “Ta Deynek’ten neden geldim buraya?” diye sorduğunu anımsadı bir de Elif, ilikleri o günkü gibi soğurken.

Zor iş olmalıydı, “yoyulmak*” denen şey, bir genç kıza, sonu düğünle bitmediyse eğer. Kimsenin yüzüne bakamazmış… Oğlanlar neyse de koca koca herifler bile bıyık burarlarmış çeşme başında, yolda, ekinde, tarlada, yazıda…

Oysa Kâzım, “He ya! Haftaya bubamgil gelir kız.” diye söz keserdi her seferinde, ama ne gelen oluyordu ne de giden…

Eşik, ayaza döndü adeta, ama soluğu da bir parça düzeldi mi ne. “Kanepeye geçeyim bari” diye düşündü. Ayaklarını sürüye kaldıra anca varabildi ve abanabildi iki eliyle.

Küçük oğlunu anımsadı birden, “Halil’im” dedi, “Bu köşke ne didiydin, ortaokula giderken?”

Avuçlarını çekti ve doğruldu. Sırtını kanepeye döndü bu kez ve kalçasını eteğe dayadı. Ellerini arkaya uzattı ve yekinip oturdu. “Ha!” dedi, yine biriyle konuşur gibi, “Anımsadım: ‘Köşk değil ana. Sofa bu sofa’ didiydi guzum.”

Güdük Mehmet’in sofasına hevesli değildi Elif, ama zorunluydu işte…

Çift de zorunluydu, ekin de; dahası inek, öküz, at, eşek de.

Kâzım’a ise tam zorunluydu Elif.

Uyuzkurt’ta deste çekiyorlardı, geçen temmuzda, ama zorunlu. Kâzım’ı ekinde her anımsayışında içi kalgı kalgıverirdi hep. Şimdi de öyle…

Ne de evinliydi bu yılın ekini! Kendire geçen senenin öbeği kadar yığdığı ve olanca gücüyle yekindiği halde, zar zor kalkıyordu altından. Bir de acıtıyordu ki göğüs uçlarına sürttükçe urgan. “Hı!” derdi acısından ve kıs kıs gülerdi Kâzım da. “Hınzırın dölü!” diye yerinirdi içinden, sevdiği erkeğin tahta göğsünü düşündükçe, “Allah sana da meme versin, gör o zaman gününü!”

Bazen hiç acımazdı oynaşırken Kâzım, döver gibi severdi Elif’i.

Sanki, koca Allah bir kıdım vicdan nasip etmemişti oğlana. Değilse, asker olacağını neden saklasın!

Bu ay içinde gidiyormuş… Ama duyumu eldendi, kendi ağzından değildi ki.

“Öf Kâzım öf!” dedi Elif, o gün çektiği gibi içten, göğüs uçları yine yana yana. “Öf ki öf! Ne garazın vardı bana. Çavuş’un Elif yoyuldu* dedirmek için, ne garazın vardı, ha?”

Yoyulan* kızın sarılabileceği tek umar, gidip oğlan eşiğine oturakalmaktı işte…

“Hıh!” demişti Elif, horozlar ötmeye, eşekler anırmaya başlarken oturakaldığı yerde. “Hıh! Al sana Kâzım dangalağı, al işte! Gör bakalım Elif’i yoymak* mı kolay, kaçıp gitmek mi? Gör hınzırın dölü! Rezil rüsvay ol gayrı, rezil rüzvay ettiğin gibi Elif’i…”

Yan döndü, bir yastık çekti arkasına. Sırtını dayadı, sıkışan soluğu yerine gelir gibi oldu sanki.

“Öf! Aynen gözlerimin önünde Güdük Mehmet’in batasıca evi, capcanlı, aynada gibi. Öf ki öf!”

Şafağın aydınlığı duvara vururken, ak iplik kara iplikten ayırt edildiği sırada biri çıktı köşke. Kap kaçak sesi duyuldu ilkin, sonra bir şeyler yutuyordu sanki o. “Belli” diye düşündü Elif, “su içiyor.” Öyle susamıştı ki, ama niye şimdi aklına geliveriyordu böyle…

Bir soluk içinde, “Kim var orda?” dedi, bir erkek sesi.

“Benim” denmezdi, yani diyemezdi daha; sustu ve bekledi. Tahtalar gıcır gıcır öttü ya da Elif’e öyle geldi. Başı bacakları arasındaydı, kaldırıp bakamazdı ama. Utancından mı, “hiç de değil!” Şaşkınlığındandı büzülüp kalışı, şaşıp kalışından…

“Sen kimsin be?”

Başını bir iki parmak kaldırdı, olası. İşte, Güdük Emmi’iydi önünde dikelen. Bir atak doğruldu, bohçayı bacak altına çekti ve dizlerini dikti. Derin bir soluk aldı, “Benim emmi” dedi, “Elif kızın.”

Adamın kısık gözleri pörtleyiverdi yerinden, anca “Ya” diyebildi.

Artık olan olmuş, bulan bulmuştu yerini.

Elif, bohçayı altından çekti ve yanı başına koydu. Dizleri karnında, ellerini dizkapakları altına kenetledi.

Birkaç soluk sonra Ahmet, “Hapa! Hapaaa!” diye bağırdı karısına.

Kaygı dolu, koşup geldi kadın. Elif’e bir baktı, sağ elini ağzına götürüp parmaklarını ısırdı, bir daha baktı, “Amanin!” diye bir çığlık attı.

Elif, yavaşça ayağa kalktı ve vardı, Hapa’nın elini çekip öptü. “Ben geldim ana” dedi, “İster kabul et, istersen yazıya at.”

Kadın, sarılıverdi Elif’e, “Guzum!” dedi, “Gınalım asker amma…”

“Ne didin anam?”

Mehmet, “Dün yolladık…” diye mırıldandı.

Elif, “Ne?” diye inledi.

“Dün” dedi Hapa, “dün gitti gınalım…”

Bir bulut yürüdü, Elif’in gözlerine gözlerine, bir uğultu koptu Horozlu koyaklarından… Bir acı indi iman tahtasına, bir taş düştü midesine, bir kaya… gönlü döndü, yüreği kalgıdı… kalgıdı da yığılıverdi olduğu yere.

*

Kendine geldiğinde “Haydi” diyordu dayısı Gündoğmuş döleğinde, “Haydi yeğenim. Kalk da bin şu beygire.”

Gözlerini açıverdi birden, sağa baktı orman, sola baktı çalılık, önünde koca ardıç ağacı…

Şaşkın şaplak, “Dayı.” dedi.

“He yeğenim.”

“Amma ben…”

“Hı anam.”

“Ben… Oturakalmıştım amma…”

İşte, şimdi de oturakalmıştı kanepeye, öylesine yalnız, öylesine tek başına…

Kocası aklına gelmezdi pek, ama bugün bir tuhaftı içi, hem Kâzım hem Tahir hiç çıkmıyorlardı içinden.

Kanepeden indi, masaya koyduğunu anımsadığı telefonu almak için. Bir adım attı, iman tahtası yanmaya başladı. Bir adım daha, bir avuç biber konmuştu yakasına. Ellerini iki göğsü arasına koyup bastırdı. Bir adım daha, uzanıp aygıtı aldı.

Okuma bilmezdi, ama Osman büyükten küçüğe dizivermişti çocukları. Saya saya bulurdu gayrı, kimin kim olduğunu.

Döndü, telefonlu eli altta, öteki üstte, göğsüne çöke basa kanepeye varıp oturdu.

Eğilip aç tuşuna bastı. Sıralanan imgeleri saya saya, birinde karar kıldı. Telefon resmine işaret parmağıyla çöktü ve aygıtı kulağına yapıştırdı.

Karşıdan bir ses, “Anne.” dedi.

“Sen misin Ayşe’m.”

“Evet anne. Nasılsın?”

Yanıt verecekti, ama ağrı boynuna doğru mu çıkıyordu ne. Yutkundu, “İyiyim gülüm!” dedi. Genç kızlığında bir gül kadar titrekti Ayşe. “Siz na’lsınız guzum.”

Ayşe, “İyiyiz de…” dedi, “Eylül’ün ateşi çıktı gene.”

“Eylül’üm, güzüm, yaprağım, pekmezim, balım, çiçeğim…” dedi içinden, “Vah yavrum vah!”

“Amma… şimdi iyi anne.”

Elif, “Hı!” dedi, yutkunurken. “Tamam gülüm…”

“Bi şey mi var anne? Sesin bir tuhaf geliyor da.”

Elif, daralan soluğunu tuttu, “Yoo” dedi ve “Kapa… tıyom.”

“Anne!”

Bir tuşa parmağını koydu, derin bir nefes aldı ve geriye verirken sol dirseği üzerine yığıldı kaldı.

Apak bir yol vardı önünde, ak pak. Bir yanında Kâzım, bir yanında Tahir, gülümsüyorlardı gelgel işareti yaparlarken. Bir adım attı, Kâzım uzanıp elini tuttu, Fındık Pınarı’ndaki gibi güçlü. Bir adım daha attı, Tahir de öteki elini kibar, saygılı. Bir yeynilik* çöküverdi yüreğine, gönlüne bir dinginlik… Bir kanat gerildi kolları yerine. Ayakları yerden kesilirken “Hıh!” dedi. Üçü birden havalanıverdiler, apak yolun üstünden şafağa doğru…

 

Şaban Şimşek

Şalvarın anı* Şalvarın yere bakan orta dikişi

Mağana * Mahana, gerçek olmayan ebep, neden

Pambık *Pamuk

Özlemik *Özlemli olma hali

Sekerât *Koma hali (hastalık), ölüme bir adım kala

Algaç/alkaç*Kadın ve erkeğin evlenmek için kaçma durumu, kaçak (evlenecek kişiler için)

Yoyulmak *Bozulmak, ekşimek, çürümek

Yeynilik *Hafiflik

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler