0

 

Göklerden dert yağacak.. Göklerden dert… Gelecek..”

“Tık-tık-tık”… Kendinden önce yürüyen asasının sesi. Söylediği sözlerle ahenkte bu sesler: tık-tık-tık… Sokağın sessizliğinde insanın sinirlerine dokunuyor. Kimsesiz odada duvar saatinin sesi insanın sinirlerine nasıl dokunur ya , işte öyle…

Hep bu zamanda – gece geç saatlerde asasını asfalta vura vura gelip buradan geçer ve o malum sözlerini söyler: “ Göklerden dert yağacak …”

Ben de, dükkanı o zamanlar kapatıyorum. Güneşin sıcağında çalışmak imkansız, o yüzden gündüzün önemli bir kısmı gidip bu şehrin her tarafından gözüken apartmanın 6. katındaki dairemde dinleniyorum. Balkonun kapısını, penceresini sonuna kadar açıyorum, oda serinlesin diye. Akşamleyin hava serinleyene kadar dinlenip uyuyorum, sonra da gelip tekrar dükkanımı açıyorum. Dükkan derken…

Burası şehir merkezine yakın yer. Zergerpalan sokağı … Elini uzatsan, Beşmertebe. Çok yakın yani… Babam da, dedem de, burada doğmuş. Yok, yanılıyorum galiba. Babam doğmasına burada doğmuş da, ama dedem Güney Azerbaycan’lı. Erdebil’denmiş. Gelip burada petrol işçiliği yapmış, evlenip, kalmış buralarda…

Dükkanımın karşısında dokuz katlı apartman da bu taraflarda tek çok katlı apartman. O zaman, yetmişlerde inşa edilmiş. Babam petrol alanında çalışıyormuş, bu apartmanda ev vermişler. Zergerpalandaki dar, alçak tavanlı, kokuşmuş iki odalı müstakil evden kurtulduk.

 Ben de petrol alanındaydım. Kaza oldu, bacağımdan ağır yaralandım. Bir yıl hastanelerde süründüm. Sonuç olarak, “Topal Latif” lakapını alarak bu dükkanı açtım. Bir tarafı gerçekten de dükkandı: şerbet, çay, fabrika ekmeği, sabun, tuz, jilet, şeker-tatlı, çerez, pirinç … ne bileyim işte günlük rutin ihtiyaçları gerektiren tüm malzemeler. Diğer tarafını daha sonra açtım. Ayakkabı tamiri için. Sanki Allah’tan bana vahiy geldi: bir gün gidip ,kalıp aldım, ayakkabı tamiri için gereken deri filan … Ve bu işe başladım…

…Boylu poslu bir adamla karşılıklı oturuyoruz. Hem boyunun uzun olduğunu, hem de görevinin büyük olduğunu, karşıdaki o kocaman bina gibi herkesin onu gördüğünü filan söylüyor. Ayakkabılarımın yamanması gerek. Ama öyle yama ki, yamalı olduğu fark  edilmesin. Sonra iyice boya filan sür, yeniye benzesin…

Şaşırsam da, bu adama kanım kaynıyor. Sanki petrolde bununla beraber çalıştım. Sigarasını içerken diyor ki, 100 kişi arıyorum, bulamıyorum. Fazla demiyorum, 100 kişi lazım bana. Bir, bilgisi olsun; iki, açgözlü olmasın; üç, ülkenin bağımsızlığını, özgürlüğünü desteklesin, kendi milli kimliğini tanısın …

“Buldunuz mu?” diyorum. İç çekiyor:

“Yüz mü, daha onunu bulamadım ayol. Kime görev verdiysem kendi menfaatini önemsedi. Ülkenin çıkarlarını değil, ailesinin çıkarını düşündü. Sovyet tankına yenilmeyenler paraya yenildiler …”

Ne yapsınlar, senin gibi yamalı ayakkabıyla mı dolaşsınlar? Demek istedim , fakat söyleyemedim. Kıyamadım…

Bir baktım, sokağın yukarı tarafından çıktı, müezzin sesine benzeyen sesi o malum sözlerini “tık-tık-tık” sedaları altında söyleye söyleye geldi:

“Göklerden dert yağacak.. Dert.. Yağacak…”

Adam ayağa kalktı. Bize yaklaşan şoförüne bir şeyler söyleyerek dönüp yerinde oturdu. Sonra yüzüme bakıp gülümsedi. “Şimdi muhtemelen, bu yamalı ayakkabı giyen insanın havasına bak diyorsundur. Eski çust giyiyor, rüşvet almayan adam arıyor … Muhammed, İsa peygamber dünyaya öncülük yapan insanlar olmuşlar, ama dünyanın ahengini bozmamışlar… Biliyor musun, seninle niye böyle konuştuğumu? Ayakkabıcılar, terziler, kuaförler dünyanın en eski meslek sahipleri… Sizlerin bilmediği şey yok. O kör ihtiyarı görüyor musun? Dünya onun asasının ahengine bağlı. Arşimet nasıl demişti? Bir dayanak noktası sunun, dünyayı titreteyim … İşte, kardeşim dünya o korun asasından güç alıyor … O asaya tapınan bu dünyanın sahibidir …”

Yamadığım ayakkabıyı giyiyor, sevinmiş gibi oluyor. Hiç yamandığı fark edilmiyor. Siyah boya da sürdüm ya. “Eline sağlık”, deyip cebinden para çıkarıyor. “Kalsın”, diyorum. Bir türlü ikna olmuyor. Benim küçük penceremden bir şeylere bakıyor ve düşünceli şekilde şöyle diyor:

“Benim yüz iyi insanla ilgili masalım sizi üzmesin. Biz büyük bir milletiz. Annelerimiz bu gün o yüz kişiyi doğurmadıysa, yarın mutlaka doğuracak … Ehhhh … Bir filozofumuz olmuş, Şeyh Cemaleddin Afgani adlı … Onun bir deyimi var: “Acımasızlığın kılıcı, Doğu halklarının uyanışını görmeme izin vermedi. Cehaletin kötü eli, halkların özgürlük diyen sesini duymama izin vermedi. İşte o adamı da bizim anneler doğurdu. 19. yüzyılın büyük düşünürü olan Afgani Afganistan’ın Başbakanı olmuş, Tahran’da Farsça, İstanbul’da Türkçe, Londra’da İngilizce, Paris’te Fransızca, Moskova’da Rusça konuşmalar yapmıştır…”

Önden hızla gelen araç körün taç iki adımlığında hızla geldiği için güçlükle durdu. Sesten irkilip uyandım. Bu nasıl bir rüyaydı görüyordum?”

Seksen yaşlarında bir ihtiyardır bu seferki müşterim. Hayır, daha bu rüya değil… şikarda gördüğüm … Bir de, o boylu-poslu, ayakkabısını yamadığım adamla olanın rüya olduğunu kim demiş ki? Rüya falan değildi … Yemin olsun bizi yaratana… Ben daha sonra o adamı gördüm! İşte bu sokakta. Şoförüyle gelmişti. İnip sigara yaktı. Bana da kafasıyla selam verip geçti. Biraz hasta gibiydi, kendinde değildi sanki. Şoförse elinde bir poşet kör adamın arkasından bizim bloğa girdi …

“…Bu da açtı yine şom ağzını!..” İhtiyar körü taklit ediyordu. Dert yağacakmış, cehenneme kadar yolu var!” Daha bundan sonra ne derdi ki….

Ben Karabağ’dan göç ettirilmiş, bizim apartmanda oğluyla kalan ihtiyara kötü kötü bakıyorum:

“Sen büyüklerdensin neden böyle konuşuyorsun ki?! Allah korusun… Allah beterinden saklasın !…”

İhtiyar:

“Evet, oğlum, orası doğru… Benim sürülerim vardı… Aileden birine bir şey oldu mu hemen elini, ayağını yıkar dökerdim hayvanların üzerine dert onlara gitsin diye… Şimdi malımız da yok … bir günün içinde kaldık öyle… Sahip çıkanımız da yok … Kendin kendine sahip çık hesabı…

İhtiyar altını değiştiğim ayakkabısını alıp gidiyor. Giderken de kendi kendine bir şeyler söylüyor. Çok dinlesem de sözleri anlayamıyorum. Yaklaşık şöyle söylüyordu: “Yaram yarama sarmadır … Sarma sarmaya durmadı …” Son sözü kulaklarım pek algılayamadı: “durmadı” mı dedi, yoksa “turnadır?” mı?

***

Şimdi müşterim o tanıdığınız kördür. Alışkanlık olmuş, oturduğu yerde asasını yere vuruyor. Ama arada hatırlayarak duruyor.

“Elgeme amca, nasılsın? Keyifler nasıl?”

“Eeee … Keyif mi? Keyif mi kalmış? Biri vardı, iyi bir adamdı, ekmek fabrikasının müdürüydü Elsamit… Altı seneydi ekmeğimi bedava vermesi azmış gibi, ayda bir kez de elli manat veriyordu bana… Öldü. Ben de kaldım bu hallerde …          

Öfkeden deliriyorum:

“Elgeme amca, ayıp değil mi yahu? Allah rahmet etsin desene. Çetrefil cümleler niye kuruyorsun?

Adamın bozan kurdu deliğine benzeyen gözleri dönerek çocuk gibi büzüştü:

“Demedim mi lan? Allah binlerce kez rahmet etsin! Senin babanla beraber Suretul, mübareketül fatiha! Allah rahmet eylesin!.. İyice şaşırdım hemşehrim, affedersin.

He, bu Algeme’nin babası Alakper benim dedemle beraber Erdebil’den gelmiş o zaman. Algeme’nin dedesi olgun bir adammış. Halk Tarım Enstitüsünü bitirdikten sonra babası Mirze İbrahimov’un yanına götürmüş. Mirze bey de onu bakanlıkta işe almış. Sonra adam savaşa gitmiş, tek bacakla döndü. Bir karısı, bir kendisi, bir de bu doğuştan kör Aligame bizim bu Zergerpalan’ da yaşadılar uzun yıllar. Kendi hallerinde insanlardılar.

Sonra bizim apartmanda babasına gazi olduğu için gibi ev verdiler. Zavallı Aligame babası ölene kadar hiçbir yere çıkmadı. Bak, apartmanın avlusundaki o tahta masada oturmakla zaman geçirirdi. Ta ki, evlenen kadar. Aşağı sokaktaki dul Zamire’yle evlendi ve çocukları olunca Zamire adamı alarak dilenmeye götürürdü…

İşte o zamandan Aligame sürekli dışarıda. Gece geç saatlerde asasını vura vura gelir evine. Ve o malum sözünü söyleye söyleye …

“Aligame, sana bir araç geliyor, kim lan o?”

“Ben ne bileyim yahu? Görüyor muyum ki? Sormak da hoş kaçmaz.”

“Bir şeyler veriyorlar mı?”

 Allah bereket versin … Olunca para veriyorlar, olmayınca da yiyecek filan. Geçenlerde poşete bir tane votka da koymuşlardı… O adamla yüz yüze konuşup teşekkür etmek istiyorum. Ama kendisi ortada yok. Gelen hep şoförü …

 “Kendisi inmiyor… İnince de sigara içiyor. İnanmayacaksın, Aligame, ayakkabısı patlamıştı.. Yamamamı rica etti ki, öyle yama ki, belli olmasın dedi. ..

Aligame ayağa kalktı, asasını yere vurarak üzerime yürüdü.   Ama görmediği için başka semte yüz tuttu ve bağırdı:

“Yalan söylüyorsun! O adam zengin adam! Gözüm kör evet. Ama hissedebiliyorum!  Bana gelen yiyecekler en pahalı şeyler! Kebap, piliç-pilav, çoban kebabı … Lan , sen hiç çoban kebabı yedin mi ?! Sen benim arkadaşıma iftira atma! O çok erkek adam!..

Cebinden bir paket Kamel sigara çıkarıp yine bana değil, başka yere uzattı:

“Lan bu sigaradan gönderiyor yahu! Bu Kamel kaça biliyor musun sen?

Aligame asasını yere vurarak kapıdan çıkıyor. Çıka çıka bu kez daha yüksek sesle:

“Göklerden dert yağacak! Taş yağacak!”, diyor.

                                                                                     ***

Bu olaydan bir hayli zaman geçti. Bilmiyorum, bir sene mi, yoksa iki sene mi? O araba şimdi değişmiş, daha pahalı, devlet plakalı araç olmuştu. Ama şoför aynı adamdı. Değişen oydu ki, adam daha kendisi gelmiyordu. Ve o adamı ben, artık tanımıştım. Uzun boylu, gür saçlı, sakallı adamdı. Şimdi onu ülkede tanımayan yoktu …

                                                                                       ***

Bir gün Aligame’nin karısı Zamire bir torba çocuk ayakkabısı döktü önüme ve dedi ki, “usta, şunları yama lütfen, çocukların ayakkabısı yok. Dilim dilim ol dilim! Kendimi tutamadım ve dedim ki, “Zamire, neden kocanı beyin yanına götürmüyorsun? Ülkenin en büyük adamı o şimdi.”, dedim.

Kadın ayağıyla yeri vurarak gülümsedi:

“Letif kardeş, sen bu olayı nereden biliyorsun?.. He-he… Buradan gördün her halde, biliyor musun o adam zengin bir adam değil. Ülkenin sahibi olmasına falan bakma… Gitmiştim yanına … Peynir-ekmek yiyordu… Tamam beni işe almaları için emir verdi ama senin tahmin ettiğin kadar zengin değil o adam… Algameye de maaşını alınca yardım ediyor… Allah razı olsun …

                                                                                       ***

Birkaç yıl geçti. Daha o şoför de gelmiyordu. Duydum ki, Bey hasta. Bir hayli yıl sonra vefat etti … Diyorlar ki …

Dur baştan anlatayım. Demek, Yukarı Dağlı tarafta bir profesör oturuyordu. Bir gün geldi yanıma. Ayakkabısını getirmişti. Oradan-buradan konuştuk. Konu Beye geldi. Profesör dedi ki, “ben o zaman İstanbuldaydım. “Bey hastadır”, dediler. İstanbul’a getirdiler. Gittim yanına. “Yine mi Yukarı Dağlıda oturuyorsun ?”diye sordu. “Evet”, dedim. Dedi ki, “orada bir kör Aligame vardı, hayatta mı?” “Evet”, dedim. Gözleri doldu. Şoförünü çağırttı. Kulağına bir şeyler dedi. Sonra bana döndü:

“Hatırlar mısınız, bana 100 insan verin dedim! Yüz temiz insan … Ülkeyi idare ederim o yüz kişiyle… Bulunmadı o yüz kişi… Hepsi net, maşennik çıktı… Ben de ki, herkese inanan biri… Yüzümü bu tarafa dönmüşüm, onlar da diğer taraftan talan etmişler ülkeyi. Aligame ne diyordu biliyor musun? Asasını yere döverek diyordu ki: “Dert gelecek! Göklerden dert yağacak! Taş yağacak…” Yağdı da! Geldi de dert!.. Ülkemizde ne kadar aç Aligame var biliyor musun? Bir Aligame’ye ekmek vermekle iş düzelmiyor ki… Ben hepsine ekmek vermek istiyordum … Yapamadım … Bugün Aligame aklıma geldi.

Gözleri doldu, hepimizi gahillendirdi .

                                                                                  ***

Bey, birkaç gündü ölmüştü. Daha şoför de ortalarda yoktu. Ama bir gün o şoförü gördüm. Taksiyle gelmişti. Kucağında da kocaman poşet. Anlaşılan poşetteki tencereydi. Bloğa girdi, on beş dakika geçmeden çıkıp gitti.

Biraz geçince, apartmanın balkonundan Aligame’nin sesi duyuldu:

“Allah‘ım! Yeri göğü var eden Allah neden onu öldürdün? Ben buradayken neden o öldü?! Allah’ım, ühüüüüüüüüü!.. Neden gökten taş yağmıyor? Neden? Uuuuu-ühüüüüüüü …………….…..”

O gece Aligame’nin ağlama sesinden Zergerpalandakiler uyumadılar.

Zamire anlatıyordu. Pilavı çok seven Aligame beyin kırkıncı günü için pişirilen pilavdan bir kaşık bile ağzına koymamış.

Azad Karadereli                                                                                                     

Çeviren: Kemal İlhamoğlu

Leave a Comment

İlgili İçerikler