SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
O, işe başladığı günden beri, ömrü boyunca hep, ‘yıldırım demirinin en iyi çelik olduğunu’ söyler dururdu.
Tezgâh kurduğu ilk günlerde, işinden hoşnut kalmayanlar, bu görüşüne, önce “suçu üstünden atmak için uydurduğu bir maval” olarak bakmışlar; işi alıp başkasına götürmüşler, kısa bir süre sonra ellerindekinin diş verdiğini ya da kırılıverdiğini görünce, gerisin geriye gelerek, aynı işi, bir daha kendisine vermişlerdi. Buna rağmen, bir türlü “usta” denilmemişti, nedense.
İş verip almalar, sık sık tekrarlanarak, bir hayli başı ağrıtılmış ve bir ara, kendinden bile şüphe eder olmuştu usta.
Önceleri doğal sanmıştı bunu; oysa asil gerçek bambaşkaydı. Başka ülke insanları da benzer şeyler yaparlar mıydı ustanın çaylağına, bunu bilemezdi; ama Hilakkulular mesleğe yeni başlayanlara, ustalığı kanıtlanıncaya dek aynı oyunu oynuyorlar, ama zamanla iyi bir ustaya kavuşuyorlardı; hatta az buçuk zarara uğrasalar bile.
İlginç olan, oyuncuların düştükleri zarardan övünç duymalarıydı. İsavrialılar, buna, “gözü açık enayilik” derler, söz açılsın veya açılmasın, her ortamda ve her fırsatta alay konusu yaparlardı.
Demirci Mutavalli, yıllar geçtiği halde, şu ya da bu şekilde, işe başlama sınavına çekilebileceğini, ustasının sıkı sıkıya tembihlediğini anımsardı hep. Öğüde pek aldırmadığı aklına geldikçe gözleri yaşarır, suçukur kalırdı.
Hilakkuluların asıl inceliği ve büyüklüğü işte buradaydı.
Bir çaylak, bu oyuna ya olgunlukla katlanacak, ya kendini hakarete uğramış biri olarak görecek, ya da alınganlığının bedelini, terki diyar ederek ödeyecekti. Bereket versin ki, iş işten geçmeden, düştüğü gafletten uyanabilmişti Mutavalli .
Doğrusu, usta olmanın koşulu, ehilliğin yanı sıra sağlam bir kişilikte düğümleniyordu. Hele, konu demircilik olunca, olaya biraz da kutsallık karışıyor, ya da katılıyor, kişiliğinde bazı tanrısal vasıflar da aranıyordu. Hilakku’da demirci olmak çok zordu ve bu denli güç bir zanaattı vesselam.
Usta, Aspasia’nın istediği şeyi yapıp yapamayacağını henüz bilmiyordu. Konuya bilgi düzeyinde hâkimdi, ta ki kendisiye koşullu olmasına karşılık.
Helpalı ustaların malzemeyi insan kanıyla suladıklarını anlatmıştı ustası, ilişkin dersinde, denemediğini, hatta hiçbir zaman denemeyeceğini de. Ona göre insan kanıyla demire su vermek zor olduğu kadar, bir köleye ait olsa bile, apaçık bir cinayetti bu.
Elbette Aspasia’ya anlatamazdı bunları; ama kızın ne denli ciddi olduğunu biliyordu. Doğru dürüst bir yanıt vermezse deli kızın başka ustalara, onlardan da sonuç alamazsa, bırak Hilakku’yu ta Helpa’ya dek gideceğinden emindi. O zaman hem kızı haksız yere ezmiş olacak, hem de evlatlarından birine kötülük yapmış denli acı çekecekti. Üstelik Hilakku’da ve ulu Danunanna’nın yanında yitireceği itibar da cabasıydı. Şu halde, kısa sürede mutlaka, ama mutlaka, Aspasia’yı doyuracak bir çözüm bulması gerekiyordu; oysa günler akıp gidiyordu işte…
Mutavalli’nin atölyesi, tek katlı bir damdı.
Asıl dama bitişik bir yapıydı bu, çeleninin dört adet ardıç direğiyle beslenerek elde edilen bir çıkma.
Pek yaygın olmamakla birlikte atlara, katırlara, eşeklere ayrılmıştı ön kısım, kayar* işleri için. Tezgâhın, körüğün ve ocağın bulunduğu odaya, kayarlıktan açılan geniş bir kapıyla giriliyordu.
Kapı, geceler hariç, yaz ve kış hep açık dururdu ve Muvatalli’yi arayan da onu, gün boyu, ancak burada, ocak başında bulabilirdi.
Bugün gene, ocağı ateşleyerek güne başlamıştı.
Diğer günlerden tek farkı, değişiveren huyuydu: Koca örsün üstüne oturmuş, dalgın, belki de düşünceli, hiçbir şey yapmadan öylece duruyordu sabahtan beri, bir yığın işi olduğu halde, daha eline çekiç almadan.
Aylak aylak durmak, ona göre paslanmaktı elbet; ama anlaşılan bugün, tembelliği yeğ görmüştü kendisine, kuşluğu aşıp öğlene ha giriliyor ha girecek olmasına rağmen.
Kafası, rastgele dolaşan bin bir fikirle karmakarışıktı; ama birini seçmesi ve sadece onun üzerinde yoğunlaşması gerektiği halde.
Aslında, takılıp kaldığı bir fikri vardı bugün, dün de vardı, önceki gün de; ama denenmek isterdi, olası bir belayı başlatmak pahasına…
Ne tür bir risk taşıdığından pek emin değildi. Emin olmamak da kabak tadı veriyordu ona. Artık, gönlünü daraltan ikircikli durumdan vazgeçmeli, ne yapacaksa, şu anda karar vermeliydi.
Bir şeyi denemek, hiç yapmamaktan daha kötü olamazdı çünkü.
Birden canlanıverdi.
Beklenilmeyen bir çabuklukla yerinden kalktı. Atölyeden çıktı, karlı zeminde kaya kalka evin merdivenine doğru koştu. Dama girmesiyle çıkması bir oldu. Elinde tokmaklı bir neşterle, hızla atölyeye geldi. Neşteri, örsün üzerine bıraktı ve derin derin soludu.
Acelesi yoktu aslında, ağır ağır körüğe yürüdü. Kolluğu tuttu, üç beş kez çekti.
Ocak oynamaya, irili ufaklı danelerin arasından önce hafif bir duman ve ardından ince, mavi bir alev yükselmeye başladı.
Körüğü bıraktı; sakin olmayı da.
Avadanlığa koştu. Çalakalem dövülmüş yassı, küçük bir demir parçası buldu ve maşaya tutturdu. Aldı, yükselen mavi dillerin ortasına yerleştirdi. Üstüne bir avuç kadar kömür küreledi elleriyle.
Yeniden büyük örsün önüne geldi.
Sol kolunu metale dayadı. Kuşağından bir peşkir* çekti; kolunu, dirseğinin üstünden bağladı. Avuçlarını sıktı ve yere doğru sarkıttı. Bu haliyle, yeniden, avadanlığın bulunduğu rafa geçti. Bir toprak tas aldı ve örsün üstüne koydu.
Neştere uzandı, sağ işaret ve başparmağıyla tokmağını özenle tuttu.
Hafif bir ter bastı. Dumur dumur biriken damlalar yanaklarına doğru inmeye başladı.
Yüzünü, bağcıklı koluyla sildi.
Tokmağı kaldırdı, kabaran damarı, serçe parmağıyla yokladı. Neşteri oturttu ve mandalı düşürdü.
Bıçak, buğday karası deriyi yırttı, ufacık bir yarık açtı. Önü boşalan kan, fışkırmaya başladı. Uzandı, tası önüne tuttu. Şorlayan kızıl sıvı, tasın tabanına çarptı ve dağıldı.
Muvatalli, gözlerini merteklere* dikti ve bir süre bekledi. Dönüp tasa baktı, yeterince dolmuştu. Kol bağını çözdü. Kan, birden duruverdi.
Bileğine sızan bir iki damlaya aldırmadan ocağa yürüdü, bir parmak kül aldı, yaranın üzerine bastı, bir süre bekledi. Sonra sağ eliyle, örsün üzerinde bıraktığı peşkirin ortasına bir miktar kül koydu ve yarayı sıkıca bağladı.
Yeniden körüğe geçti, iki üç kez çekti ve bıraktı.
Ocağa vardı, bir maşa aldı ve aleve bıraktığı demiri çıkardı, akkor olmuş, ışıldıyordu. Onu, örsün üzerine yerleştirdi. Küçük bir çekiçle bir süre dövdü. Demir, mavi gri bir renge bürününce, bıraktı. Tekrar ocağa yerleştirdi. Ateşi kömürle besledi. Gene körüğe geçti, kolluğa birkaç kez asıldı. Yeniden akkor haline gelen demiri, bu kez, uzun uzun çekiçledi. Dövüldükçe incecik, kırmızı bir dil haline geliyordu demir.
Dövmeyi bıraktı. Kızılımsı dili, yarıya kadar kanla dolu tasın içine soktu.
Kan, yoğun bir cazırtıyla fokurdamaya, kaynamaya başladı. Ortalığı keskin bir yanık et kokusu sardı. Usta, bir süre içinden saydı. Yeterli bulunca demiri çekti ve örsün üzerine bıraktı.
Bu kez, onu, küçük bir maşayla kavradı ve gözüne tuttu. Uzun uzun inceledi. Tekrar örsün üzerine koydu ve daha küçük bir çekiçle, önüne ve arkasına, minnacık darbeler indirdi. Çekiçlemeyi bıraktı, yeniden inceledi, yeniden dövdü ve sonunda, soğumaya terk etti.
Gerçi işlediği demire, söylendiği gibi, insan vücuduna saplanarak su verilmemişti. Öğretildiği gibi değilse de kan her yerde kandı, Mutavalli’ye göre. Kırılmazlığın sırrı kandaysa, öyle veya böyle, bir sonuca ulaşırdı artık. Az sonra, ne menemen şeyse görecekti zaten.
Aspasia, “Kırılmaz bir kılıç istiyorum usta.” demişti ve sözünü, “İki yanlı, kıldan ince, şimşekten keskin olmalı ha!” diye de bitirmişti.
Deli kızın, kılıcı ne yapacağını bilmiyordu. Çaresiz, ne kadar “olmaz böyle şey” diyecek olduysa da Aspasia, ne elmayı dişlemiş, ne de armuda yanaşmıştı.
Hilakku’da kılıç, öyle herkesin kullandığı bir silah değildi. Üstelik bu yaşına dek, ustasının anlattığı varsayımdan başka, ne kırılmaz bir kılıç görmüş, ne de yapan birine rastlamıştı.
Kesip atabileceği halde, her ne hikmetse, Aspasia karşısında sus pus oluvermişti. Eğer, kızın isteğini duymasaydı, “kıldan ince, şimşekten keskin, kırılmaz kılıç” öyküsünü unutmuş gitmişti. Kaldı ki, böyle bir fikir ve de böyle bir kılıç yapmak, Kubaba aşkına, aklının ucundan bile geçmezdi.
Demirin soğuduğuna kani olunca aldı, parmaklarının arasında sıvazlayarak kalınlığını tarttı. İstediği gibi ince değildi, ama daha titiz bir çalışmayla, dilenilen kıvama getirilebilirdi. Zaten bu, bir karışlık basit bir denemeydi.
Parçayı iki ucundan tutup eğdi; çok az, belki de üç beş saç kılı kadar yaylandığını hissedilebiliyordu. Çok iyi biliyordu ki, en az bu kadar yaylanmayan bir demir, azıcık daha bastırılsa, olası her an kırılabilirdi. İri gözleri hoşnutlukla parladı. Eğer, bu parça, bir çeyrek devir alıncaya kadar kırılmazsa…
Bir süre sağa sola bakındı. Edevat rafında eski bir yağlık buldu ve uzunlamasına ikiye böldü. Bu parçalarla ellerini, avuç içlerinden başlayarak, parmaklarına dek sardı. Demiri, iki ucundan avuçladı; olanca gücüyle, uçları karşı karşıya gelecek biçimde, kendine doğru büktü. İşlemi, avuçları sızlayıncaya dek sürdürdü. Bir ara, sanki bir şeylerin gevşeyiverdiğini hissetti ve demir o anda, tok bir sesle, küt diye kopuverdi.
Yüzündeki hoşnutluk kızgınlığa dönüverdi; ağzını, burnunu buruşturdu, dişlerini gıcırdattı. Parçalara hınçla baktı, sonra aldı, olanca gücüyle ocağa doğru attı. Arkasından, gene olanca gücüyle, kocaman bir aksırık fırlattı.
Gün boyu kızgın azgın, bir baştan öteki başa, belki de bin kez volta atıp durdu.
Bir ara, adeta aklını yitirdi: Bu kez, bir iplik çarkı milini, aynı yöntemle işleyip yassılttı ve baldırında su verdi.
Karısı, onun acıyla haykırışını duyup yanına geldiği zaman, o hala, milin kırılıp kırılmayacağını deniyordu.
Mil de çabucak kopuverdi.
Örsün önüne çömeldi ve derin bir üzüntüyle hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Kadıncağız, bunca yıldır bu denli ağladığına hiç mi hiç tanık olmadığından, koca ustanın perişan hali karşısında, ağzı açık bakakaldı.
İnsan, başarısızlığın ya da uğradığı hayal kırıklığının, eğer güvendiği birinin de katkısıyla oluştuğuna inanırsa, içinden bir şeylerin kopuverir. Aslında kopan bir yığın anıdır, saygıdır, sevgidir. Kirlenen anıların, buharlaşıveren sevginin bıraktığı boşluk kadar hiçbir şey bir yıkıma dönüşemez.
Kendisini ezik büzük hisseden Mutavalli, bir yandan da, “Keşke hiç öğretmeseydin ustam!” diye inliyordu. Onu, ne karısının yalvarmaları, ne akşam, ne yemek vakti, ne oğullarıyla kızlarının korkulu ve endişeli bakışları, ne de başka başka bir şey, ama hiç mi hiç bir şey etkilemedi; bir köşeye çömeldi, ne uyur ne de uyanık, öylece dondu kaldı.
Karısı, haline bir derman bulamayınca, çarpıldığına hükmetti. O da, sabahlara kadar sızlandı durdu ve gözünü, bir an olsun kocasının üstünden ayıramadı.
Bir ara, ama tek başına, törene gereksinim duymadan Hestia’ya, Kubaba’ya saçılar saçtı; hatta eğer kocası yarına dek iyi olursa, “esirgeyen ve bağışlayan” tanrı ve tanrıçalara bir tosun adadı.
Mutavalli, ertesi gün, geç vakte kadar kalkmadı. Böyle durumlarda, dükkân açacak bir çırağı da yoktu ve üstüne üstlük, bir kalfa da yetiştirmemişti. Oğulları ise daha yaşça bu düzeye gelmemişlerdi. Gerçi kızlar dâhil hepsine kömür yakma, körük çekme, ocak tutuşturma, maşa kullanma, ara sıra demir dövme görevleri veriyordu; ama onlar, henüz çırak bile sayılmazlardı ki…
Meraktan çatlamak üzere olan karısına, “Bugün de kapalı kalsın.” diye homurdandı; sonra, ocağın başına geçti. Eline bir maşa aldı ve korları, kömürleri, külleri, marsıkları karıştırıp durdu.
Kahvaltıda bir kupa süt içti, öğlen isteksiz kaldı, akşam ise bir miktar küncülü* yağlı çörek yedi.
Halinin, düne göre birazcık daha, iyiye doğru gittiğine sevinen karısı ve çocukları, onu rahatsız etmemeye, tam düzelinceye kadar kendi başına bırakmaya sözleştiler. Hatta bu akşam ocak başında uyuyakalınca, “usta iyileşiyor” diye sevindiler. Her zaman düzenli olan karısı, bu kez yatağını, uyukladığı yere serdi.
Mutavalli, nereye yattığının, nasıl uyuduğunun, dinlenip dinlenmediğinin farkında olmadan, gece yarısına doğru uyandı ve bir daha uyku tutmadı.
Hâlâ, iş giysileri üzerindeydi. Hayal meyal hatırladığına göre, onca zamandır atölyeye gitmemiş, bir çeşit inzivada kalmıştı.
Belli ki karısı, kendisinin mutlak dinlenmesini sağlamıştı; yoksa iş giysileriyle yatması olacak şey değildi. Başında hafif bir ağrı vardı; ama pek de önemli sayılmazdı bu. Biraz hava almak amacıyla, karısını ve çocukları uyandırmamaya özen göstererek, dışarıya çıktı. Çelenide durdu, bir süre geceyi seyretti. Ay, yeniaydan çıkıyor olmalıydı. Bulutların arasında bir kaybolup bir görünürken, bir serçe denli ürkekti sanki.
Fazla duramadı ve baldırındaki yaraya rağmen merdiveni kolayca indi ve kayar yerine geldi.
Kapıyı dikkatle açtı.
El yordamıyla, edavat rafından çakmak taşını, çakmak demirini, kavı ve sirkenli* pamuğu kolayca buldu.
Çakmağa bir parça kav koydu ve demiri çaldı. Tutuşuveren kavı pamukla destekledi ve korlukta, birkaç parça çıranın arasına yerleştirdi. Üfleye üfleye ocağı yaktı. Ateşin üzerine, seçebildiği çam kömürlerinden dizdi.
Önce çıra yalımı sandığı, fakat tanımlayamadığı bir ışık süzülmeye başladı bacadan ve ateşin üzerine çörekleniverdi. Ak yalım, korlukta ne kadar kömür varsa hepsini tutuşturuverdi. Sanki körüklenmiş gibi ak mavi diller yükselmeye başladı.
Göz açıp kapayıncaya dek, yalımların birazı ayrıldı ve helezon çizerek bir adam imgesine dönüşüverdi. İki solukta sahiden bir adam oluverdi imge. Sıçrayarak ocaktan indi ve Mutavalli’nin önüne dikildi adam, üstü başı kül içinde, güleç yüzü, yer yer kömür tozuna bulanmış…
Adam, “Korkma ölümlü!” dedi. “Ben, ulu tanrıça Hestia’nın zavallı bir elçisiyim.” Ardından, gülüverdi ve ekledi, “Ulu tanrıça Aşrah’ın da sayılır haa! Sana yardıma geldim.”
Mutavalli, baka kaldı; nutku tutuk, gözleri fal taşı gibi.
Elçi, “Bir derdin varmış usta.” dedi.
“Hı.”
“Her derdin bir çaresi vardır ama…”
“Ya!”
“Bak” dedi elçi ve anlatmaya başladı.
O dinledi elçi anlattı, o sordu elçi yanıtladı… Olası şafağa kadar sürdü bu.
Eşekler anırdığı sırada, çekiç sesleri yükselmeye başladı atölyeden.
Mutavalli’nin yumuşak ve uysal çekicine karşın bir gök gürlemesi, Koca Khilimas’ı, hatta Hilakku’yu inim inim inleten bir yıldırım düşmesiydi sanki tik taklar.
Bir anda ne kadar Khilimaslı ve Hilakkulu varsa dışarıya fırladılar, kış uykusundakiler dâhil tüm hayvanlar, kuşlar, börtü böcek ve mahlûkat da.
Bir çığlıktır koptu dağlarda, yazıda, koyaklarda, ahırlarda, evlerde. Bir horoz son demini çekti uzun uzun. Bir kurt uludu, bir tilki pavkırdı garip garip, ama birden her şey susuverdi.
Apak bir ışık, demircinin bacasından göğe ve kaybolup çıkan aya doğru burgulandı. Burgunun şavkıyla Khilimas’ın gecesi gündüze döndü. İki soluk ya sürdü ya da sürmedi, ışık birden sönüverdi ve koca Khilimas yeniden şafağın alaca karanlığına gömüldü.
Mutavalli’nin karısı, çekiç seslerine koşut bir gürültüyle uyandı. Uyku sersemliğiyle vakti kestiremedi, ancak gözlerine doluveren ak ışıkla kamaştı kaldı.
Işığın kara karanlığa dönüştüğü an, kocasının yokluğunu anca fark edebildi. Dayanılmaz bir merak ve kaygı ile düşe kalka atölyeye indi.
Ocak, alev alev yanıyordu.
Gözlerini kıstı. Koca adam, sırtını örse dayamış, uyuyordu işte, kucağında parlayan acayip bir kılıçla.
Kadın, eğilip kılıcı aldı, “Hım!” diye mırıldandı, “güzel iş.” Kabzası eline göreydi ve olası öküz boynuzundan; uzunluğu boyu kadar ve eni iki parmak; çeliği, ocağın yalımında mavi mavi yanıp sönen…
Kadın, “Günlerdir kocamı perişan eden bu kılıçmış demek.” dedi ve aldığı yere dikkatle bıraktı.
Yüreği sevinçle doluverdi kadının, yanaklarından yaşlar inerken. Artık ne dert kalmıştı ne de kasavet. Kocası, örsü başında varsın dilediği kadar uyusun, vız gelirdi ona.
Şaban Şimşek
*kayar: At, eşek, katır, öküz nallama işlemi
*peşkir: Havlu
*mertek: Toprak damlı evlerde ağaç örtü kalası
*küncü: Susam
*sirken: Yabani ıspanak