ÖLÜM VE DOĞUM GÜNÜ Bir çukur açıyorum yıllardır. Kazıyorum derine, magmaya yakın en dibe. Çabalıyorum, yoruluyorum, ağlıyorum. Gözlerim şiş, acı dolu uyanıyorum. Öyle bir...
Annemin deyişiyle, ailede gelmiş geçmiş urasalı tek oğlan çocuğu benmişim. Bana gelinceye değin annem, birisi kız dört doğum yapmış; ama tümü on gün bile yaşamadan ölmüşler. Sıra bana geldiğinde, eğer babaannem tüm ağırlığını koyup da bir urasa yaptırmasaymış yaşamam olanaksızmış…
Kız kardeşim her sıkıştığında, daha doğrusu her kızdığında çokça urasalı der durur. Oğlan olmanın da güvencesiyle bu sözü ya da algıladığım gibi diyeyim, bu sanı bir üstünlük, büyük bir özellikmiş denli ta baştan beri benimsemiştim. Onun için urasalı olmanın ne anlama geldiğini hiç ama hiç merak etmedim ve kimse de bana bir açıklama yapmadı. Ancak koleji bitirdiğim yaz bu sözcüğün gizine erişebildim.
On sekizindeydim ve kendimi otuzlardan daha büyük duyumsuyordum; o gün erkenden kalkıp Tarsus’a indiğim ve Amerikan Koleji’nden çıktımı alıp gerisin geriye Namrun’a döndüğüm yaz günü de.
Bizim konak sırtın başındaydı ve babam bu akşam da yemekten hemen sonra kahveye inmişti. Biz de kız kardeşimin deyişiyle, hayatta akşamın tadını çıkarıyorduk. Şundan bundan konuşurken, bir ara üniversiteye gideceğimden söz açıldı. Anında annemin yüzüne bir ağırlık indi. Bir ara, belli belirsiz de olsa sesi titremeye başladı.
Birden aklıma, ailenin tek oğlu oluşum takılıverdi: El bebek gül bebek büyümüştüm; üstüne üstlük urasalı bir insanım. Belli ki üniversiteye gidince annemden ayrılacaktım ve oralarda, -kim bilir- başıma neler gelecekti!
Kız kardeşim de annemle aynı kaygıları taşıyor gibiydi: Onun da yüzü asıldı ve çaylarımızı sunarken bu kez, o şen şakrak buyurun sözcüğünü bile demedi. Oysa ben gidince evin ecesi o olacaktı. Anımsayıverdim: Ümmühan evin gerçek bir ecesi olabilir mi diye. Çünkü o bir beslemeydi ve öz kardeşim olmayı geçiniz, akrabam bile değildi!
Çayımdan bir yudum aldım ve “Anne” dedim, hınzırca gülümseyip, “Urasalı olmak ne demek?”
Bir yandan da alttan alttan Ümmühan’a baktım, soruma nasıl tepki verecek diye. Böylece onun urasalı deyip duruşundaki maksadını da anlayacaktım.
Annemin kederli yüzü sevecen, ancak bir o kadar da gerçekçi bir biçime dönüşüverdi. Çayından bir yudum daha aldı ve çemberinden alnına taşan demirkırı saçlarını düzeltti. İki kez ardı ardına yutkundu. “Bak oğlum.” dedi, yüzündeki sevecenliğe birazcık da hüzün ekleyerek. “Sen benim dördüncü çocuğumsun…”
Ümmühan, başını eğdi ve kollarını kavuşturup bir iç çekti. Bana mı, anneme mi içlendiğini çözemedim, ancak anneme söz gelimi soruverdim: “Dört çocuk mu?”
Annemin gözleri buğulanmaya başladı: “Evet oğlum, dört çocuk.”
Dilimin ucuna geliveren soru acımasızca olacaktı, biliyorum; ama bana bir kez olsun hiç bir şey anlatılmamıştı ki: “Demek öldüler?”
Annemin ıslanan gözlerine koşut sesi daha da titremeye başlarken, “İçlerinden” dedi başını kaldırıp, “birine ad koyabildik.”
Demek ki kardeşlerimden birisi dışında diğerleri doğumdan bir iki saat sonra ya da birkaç gün içinde ölmüşler. Annemin sağ göz pınarından bir damlanın dudağına doğru indiğini görünce içim yandı, “Ya!” dedim, kendime egemen olmaya çabalarken.
“Suna… koymuştu deden, akşam namazından sonra adını…”
Ümmühan, anneme sevgiyle baktı ve kollarını bir daha göğüsleri üzerinde kenetledi; belli ki her şeyi biliyordu.
Gene, yalnızca “Ya!” dedim.
“Kaşları kapkaraydı… gözleri de Ümmühan’ımın gözleri gibi boncuk boncuk…”
Ümmühan, kollarını çözüverdi ve yumruk yaptığı sol elini sağ avucuna alıp masaya koyarken hafifçe gülümsedi.
İşte şimdi anladım, Ümmühan’ın besleme geleneğini aşıp ailenin bir bireyi oluşunun nedenini. Ona gösterilen her ilgiye karşın, içimi sarıveren her kıskançlık dalgasının altında yatan asıl bu olmalıydı: Çocukça bir sezgiydi, ama doğru bir seziş!
“Dualar ettim, adaklar adadım…” dedi annem ve gerçekten ağlamaya başladı. Ona, Ümmühan da katıldı. Bir ara annem sağ elimi aldı, öpüverdi. Ümmühan da öteki elimi avuçlayıp, bak her şeyi biliyorum der gibi yüzüme yalgın yalgın baktı. Sonra annem “Kuzum” dedi, elimi bırakıp yüzümü sıvazlarken. “Suna’m için kurbanlar kestirdim, Ashabı Kehf’te; Allah’ım en azından bu kuzumu yaşatsa diye. Lohusalığıma aldırmadım… Namazlar kıldım. Allah’ım dedim, bana işkencen ne? Eğer bana bir kahrın yoksa bağışla bu kınalı kuzumu!”
“Ya!” dedim ve anneme baka kaldım.
“Yaşamadı Suna’m… Yaşamadı Suna’m, Duranali’m!”
Ümmühan’ı gösterdim, “Yani?” dedim.
“Suna’m gideli üç ay olmuştu. Yaza yeni yeni giriyorduk. Baban kuşluğa doğru eve bir adam getirdi; kucağında kundaklı bebeği olan bir köylüyü…”
İlgiyle bir anneme, bir Ümmühan’a baktım. “Ya!” dedim gene.
“Baban bebeği adamdan alıp bana verdi. Altını ıslatmış da değişeyim diye…”
Ümmühan, annemin ellerini yakaladı ve inledi: “Anne!”
“Minnacıktı o da: Kokusu Suna’m gibi nemli, Suna’m gibi sıcacıktı. Bir anda bebeğe içim kaynayıverdi Duranali’m.”
Şaşkınlıkla, “Ne yani?” dedim.
“Meğer bebeğin annesi Deliçay’da sele kapılmış… İki oğlan kardeşi daha varmış. Adam onları yuvaya vermiş de… Ama bu kızcağızı vermeye kıyamamış.”
Ümmühan gene inledi: “Annem!”
“Adam, ağlaya ağlaya yalvardı: Ne olur Melahat Hanım dedi. Bebeğimi besleme al…”
“Olur dedim… Babanla adam bir kesene kesip anlaştılar. Ben de geçip yatak odasında bebeğe meme verdim. Birden, canım Allah’ım, sütüm iniverdi…”
Annem, koltuğundan eğilip Ümmühan’ı kucaklayıverdi: Birbirlerine öyle bir sarıldılar ki…
Aynı anda, içimde gezinip duran kıskançlık balonları da uçup gitti. Ümmühan’la aynı kanı taşımıyordum, ama en azından benim sütkardeşimdi ya!
Hakkında bilmediğim en son şeyleri de öğrendiğim kız kardeşimin babası geçen yıl ölmüştü. Adam, bizim ve bazı komşuların ırgat elcisiydi; Allah rahmet eylesin! Her gelişinde bana bandırma, kızına da lokum getirirdi. Oğullarından Ziya Gaziantep Öğretmen Okulu’nda, Salih de Alata Tarım Lisesi’nde yatılı okuyorlardı.
Annem dinginleşti. Kalktı, yüzünü yıkayıp geldi, yerine oturdu. Eğilip baktım, bu kez benzini acı bir mutluluk sarmıştı sözde.
“E anne!” dedim, az biraz anıştırmalı: “Urasalı oğluna sıra ne zaman gelecek?”
Annem, bu sözüme gülüverdi, “Sahi” dedi, “unutmuştum.”
Ümmühan, “Haydi anne!” dedi; ses imine ve ellerini başının arkasına bağlamasına bakılırsa, her şeyi bildiğinden emindim artık.
“Tamam” dedi annem; sonra uzanıp ellerimi yakaladı ve usulcacık sıkıp bıraktı.
Ümmühan, gene “Haydi anne!” dedi.
“Ümmühan’ı bir yıl kadar emzirdim. Öyle çabuk gelişti ki, artık sütüm yetmez oldu.”
Zaten benden bir karış uzun boyuyla ne denli apalak bir çocukluk dönemi geçirdiği besbelliydi. Ablama bakıp gülümsedim.
Annem, “Ümmühan’ı sütten kestikten” dedi ve çakır gözleriyle gözlerimi yakaladı, “üç ay sonra sana yüklü kaldım…”
İşte sıra bana geldi! Daha iyi duymak için masaya doğru daha bir yekindim.
İki kez derin derin soluduktan sonra annem, “Amma çok korktum.” dedi, “Gene, sen de ölüverirsin diye.”
Seviden sulanan gözlerimi kırpıştırıp, “Amma, yaşıyorum ya!” dedim.
“Korktuğumu görünce” dedi annem, “babaannen yanıma geldi. Bu kez karşı koyma gelin. Hele sen sağ selim bir doğur, kalanının bana bırak dedi. Belli ki birtakım büyüye, birtakım işlemlere başvuracak ya da bir urasa yapacaktı.”
Rahmetli babaannem, koca Fatma Hanım, geçen yazbahara girerken yatağına dipdiri yattı, ancak bir daha hiç uyanamadı. Öyle sakin ve ağırbaşlı kadındı ki, kucağına alıp başımı okşadığında üzüntülerimin ya da kızgınlıklarımın bir anda uçup gidiverdiklerini hep anımsarım.
İlgiyle, “Ee anne!” dedim.
“Esi… Kuzum, dokuz ay nasıl geçti bilmem. Bir akşamüzeri ön suyum geldi.”
Ablam utangaç, “Yani Duranali” dedi, “bebeğin yolu açılmış…”
Sırıtıp ablamı azarladım: “Yani, biliyoruz kız!”
Ablam, gene taşı gediğine koydu: “Urasalı sen de, ne bilirsin ki!”
Annem, Ümmühan’a bakıp gülümsedi; alaylıca “Öyle ya!” dedi. “Horozlar ötmeye başlarken sancım çoğaldı. Bir yandan evin denizlisi bağırıyordu, bir yandan ben… Avazımız çıktığı kadar…”
Annem, gülmeye başladı, ona biz de katıldık.
“Öyle komikti ki… Denizli adeta benimle yarışıyordu. Bir ara horoza inat öyle bir ıkındım, öyle bir bağırdım ki; amanın, her şey hiçbir şey olup bitiverdi…”
“Ya horoz?” dedim gülerek.
Annem, bu kez sözde ilendi: “Ocağı sönmeyesice, o da benimle birlikte susuverdi.”
“Ya!” dedim.
“Bebeğim çığrışmaya başlayınca kaynanam, gelin dedi, bir oğlun oldu. Gözün aydın!”
Ablamla birlikte “Ee?” dedik.
“Kucağıma vereceklerini bekleyip dururken ebenin bebeğimi bir battaniyeye sarmalayıp odadan çıktığını gördüm. On beş yirmi dakika bekledim, boşuna… Vermediler.”
Gene ablamla birlikte, “Neden ki?” dedik.
“Fatma Hanım eteneyi bir kaba koydu, çıkarken de bekle kızım dedi, acelen ne!”
Biz bu kez, “Ya!” dedik.
“Meğer eteneyi tuzlamış; üstüne kına, tarçın, karanfil, yenibahar, kimyon, zencefil ve havlıcandan oluşan yedi türlü baharat serpmiş…”
“Yani anne” dedik, “urasa bu mu?”
Annem, “Ohoo!” dedi, “Bu daha başlangıcı.”
“Ee?” dedik, daha bir ilgiyle.
“Meğer babaannen yedi kızdan aldığı yedi sap ipliği yedi yorgan iğnesine geçirmiş… Bu yedi iğneyi baharlı eteneye saplamış. Gelen giden altından geçsin diye yattığım odanın kapısı üstüne koymuş.”
“Allah Allah!” dedik.
“Etene burada kırk gün kalmış da haberim olmamış.”
Bu kez yalnızca ben, “Ya sonra anne?” dedim.
“Kırk gün sonra babaannen eteneyi buradan almış, güneşe koyup iyice kurutmuş. Sonra bu et kurusunu bana verdi. Ben de, kısmet olursa, karına vereceğim…”
Ümmühan’la anneme bakakaldık. İki soluk aldım, “Anne” dedim, “Urasa urasa deyip durduğunuzun tümü bu muydu?” diye sordum. Büyük bir düş kırıklığı içinde, neredeyse inledim.
Annem, Ümmühan’a göz kırpıp bana döndü. “Ohoo!” dedi yine. “Bu daha başlangıcı oğlum!”
“Ya!” dedim, az biraz utanarak.
Annem, “Ya oğlum!” dedi, “Ebe bebeğimi kundaklamış. Doğru Makam’a gitmiş. Avluya bırakmış. Arkasına bakmadan dönüp gelmiş. Meğer babaannenin buyruğuyla avluda tanıdık bir kadın saklanırmış. Kadın, bebeğimi alıp evimize getirmiş ve Nazmiye Hala’na bir sarı liraya satmış…”
İsyanla bağırdım: “Nasıl olur?”
Ümmühan, “Sattığından mı canım! ” dedi, “İşte öyle bir şey!”
Annem güldü. Sonra, “Halan da geldi” dedi, “satın aldığı bebeğe beni sütanne tuttu.”
“Amma komik, ha!” dedim.
“Öyle gibi oğlum… Amma urasa bu, işte.”
Gene ablamla, “Ee?” dedik.
“Babaannen, yedi komşudan birer bez parçası alıp bebeğime bir zıbın dikmiş. Bu ilk ve son dikişiymiş. Bundan kelli sütninesi olan yalnızca ben sana giysiler dikmeliymişim… Öyle de yaptım. Bu giysilerden başka sana hiçbir biçimde hiçbir giyecek giydirilmedi.”
“Ya!” dedim gene.
“Ha!” dedi annem, “Bir de yedi yaşına kadar saçlarına dokunmadık. Öyle güzel saçların oldu ki oğlum, ibrişim yanında sönük kalır!”
Ablam da onayladı: “Öyleydi ya!”
Okula başlayacağım gün saçlarımı kesen berbere ne denli kızıp ağladığımı hep anımsarım. “Galiba anne?” dedim, “Bir kurban mı kesilmişti ne, o gün?”
Annem gülümsedi, “Doğru aklında kalmış… Yedi tane koç kurban etti baban. İkisini evimizde, beşini Ashabı Kehf’te.”
“Desene” dedim, “millet ete doydu.”
Ümmühan, bu sözüme gülüverdi, “Sayılır da…”
Ona ilgiyle baktım: “Ne demek bu kız?”
Ablam, “Ben” dedi, “ishal olmuştum da…”
“Ee?”
“Bir tıkım yiyemedimdi…”
“Kız abla söz!” dedim, oldukça ağırcanlı. “Yarın sana bir koç keseceğim.”
Ablam, bu sözüme hınzırca güldü: “Haydi sen de urasalı!”
Kahkahayı bastığımı anımsarım; bir de, şaka yollu da olsa ablama verdiğim bu sözü ancak Adana İktisadi ve Ticari Bilimler Akademisi’ni bitirip yaylaya geldiğim gün tutabildiğimi…
Ablama verdiğim başka bir sözüm daha vardı: Bir kitap, Kerime Nadir’in Hıçkırık adlı romanı. Okuduğundan eminim; ama neden bulundurmak istediğini bugün de tam anlamış değilim. Kendime her kitap alışımda ablamın bu ısmarı aklıma geliverir. Romanı bulamayışım değil, ablamın Kerime Nadir’i, özellikle Hıçkırık’ı döne döne okumak isteyişini düşünürüm hep. Ne var ki hiç ağlayan biri değildi o, çünkü güler dururdu. El üstünde büyüdüğü ve benden hiç de ayrı tutulmadığı halde ablamın kendini hep besleme görmüş olmasından korkarım bir de: İşte o zaman içim yanar!
…Ümmühan’ın üç kızı var, benim de yedi yaşında Güllü kızım. Doğrusu Güllü’den başka çocuk yapmadık. Şimdi kırk yedi yaşındayım. Annem bu kış öldü; mekânı cennet olsun! Babam da Ümmühan’ın yanında, bakalım ne kadar kalır. Ha, karıma annemin eteneyi verip vermediğini sorduğumda, gülüverdi, belli ki almış…
Hayatımda hep bir şeyler eksik kalırdı sanki ama bugün çok mutluyum. Çünkü bir sahafta Ümmühan’ın kitabını buldum. Sahaf Hilmi dün telefonla bildirdi; kitabın sözünü ettiğimi anımsamış da… Oldukça temizmiş. Dahası getiren kadın da olası bir tanıdığımmış…
Şimdi kızımı öpüp çıkacağım. Karımla konuştuk, kısmet olursa yarın öğleden sonra Ereğli’ye gideceğiz, Ümmühan’a Hıçkırık’ı vermeye…
Şaban Şimşek