SAATİ Saati soruyorsanız Saat: 8:45’dir Zaman da aslında büyük bir boşluk gibidir Biz bir vakitler mavi gökyüzüne şöyle bir bakıyor, bu bir rüya mı...
Sokak kedileri yollara dökülmüş, ayakaltında gezinip duruyorlar. Evcilleştirildiklerinden beri avlanmayı çoktan unutmuşlar. Cılızlıktan münezzeh bu yaratıklar, hayvan severlerin gazete parçalarının üzerine yerleştirildikleri kedi mamalarıyla besleniyorlar. Sokakta olmalarına rağmen sağlıklı ve gürbüzler. Her köşe başında onları görüyorum. Birbirleriyle oynaşıyorlar.
Bitmek bilmeyen şehir işkencesine mesai saatinin bitmesi de eklenince her taraf insanla doluyor. Hınca hınç insan… Metrolar gizli dehlizlere iniyor. Simitçiler toplanıyor. Kepenkler ışıltılı akşamın yalnızlığına biraz daha karanlık ekleyip dükkânları örtüyorlar.
Çiçekçi kadınların sepetlerindeki güller azalmış. Yarına kalan umutlarına inanıp, bel bağladıkları sahte bir gülümsemeye teslim oluyorlar. Dilenciler ayaklar altında onursuz dolaşıyor. Göz teması kurmadan gelen geçene yalvarıyorlar. Kendimi bildim bileli onlar hep yalvarır. Bıkmadan usanmadan aynı sözler etrafında döner dururlar.
Sokak çalgıcıları maharetlerini sergilerken gelip geçenden para istiyorlar. “Yok.” olmaz diyorum içimden, “bunların yaptığı asla dilencilik değil. Bilakis sanat. Sanatın olduğu yerde onursuzluk olamaz. Hatta şehirde yaşayan bir tek onlar… Sokak çalgıcıları… Gerisinde ise ölüm kokuyor.”
Işıklı tabelalarda asılı ilanlar… Günlere bölünmüş etkinlikler halktan alkış almak için bekliyor. Beklesinler bakalım. Elbet geleni olacaktır. Olmalıdır.
Köşe başındaki gişede sıraya giriyorum. Kuyruk bitmeyecek gibi. Erkenden bastıran karanlığa bir de soğuk ekleniyor. Önümden gençler geçiyor. Ellerinde pankartlar, bağırtılar çığırtılar yükseliyor. Bunca parti arasında partisizliği seviyorum. Ama partisizliğe takılıp giden hiçbir gruba şimdiye kadar rastlamadım. Hep bir şeylere ait olmak zorunda mı insan? Hep bir taraf tutmak zorunda mı? Böyle başıboşluk da entellikten sayılmıyor mu? Varsın sayılmasın diyorum. Nihayet bilet alma sırası bana geliyor. Cüzdanımdaki son beşliği gişeye verip biletimi alıyorum.
Şimdi otobüs durağındayım. Parlak ışıklar gözümü alıyor. Otobüs gelse bir dert, gelmese bir dert…Yüzlerce insanın nefesinde yolculuk yapıyorsun. Toplu çile! Tüm insanlar çile çekmek için bu araçlara biniyor. İş sonrası yorgunluk yetmezmiş gibi bir de otobüs maymunlarına dönüyoruz. Nihayet ağzına kadar insanla dolu bir otobüse binmek nasip oluyor. İnsanlar camlara yapışmış, komik görünüyorlar. Camlarda ise buğu var. Otobüste bulunan herkesin nefesiyle ortaklaşa yaptığı bir buğu… Kimse bu buğuya dokunmak istemiyor. Evlerimizin camlarındaki buğulara yazılan yazılar, çizilen kalpler burada yapılmıyor. Camdan dışarı bakıyorum. Flu her yer. Ara sıra gözümü alan kesik ışıklar görüyorum. Sonrası ayakta geçen yarım saatten ibaret ve kırmızı ışıklar her yerime yapışıyor.
Nihayet evimin bulunduğu sokakta ite kaka otobüsten inebiliyorum. Terlemişim, ağzıma köpükler yığılmış, ellerimde ise bütün insanlığın kiri var. İnince fark ettim, dışarıdaki hava ne kadar temiz, nekadar soğukmuş meğer.
Köşe başındaki marketteyim. Uygar insanın tıkınmak için çaba sarf ettiği yerden birisi burası. Çünkü her şey kutuda, poşette, kolilerde… Ekmekler, dilimlenmiş salamlar, dondurulmuş ıspanaklar, patatesler, etler… Kavanozların sakladığı yiyecekler, reçeller, renkli makarnalar, kokusu duyulmayan turşular…
“Al kredi kartını, ver yiyeceklerimi.” dediğim kasiyerin boş bakışları altında satın aldıklarımı poşetliyorum. İki poşet doluyor ve yüklüce bir miktarı sanal ortamda hesaptan hesaba aktardıktan sonra tüketici toplumunun bütün özelliklerine sahip olan bireylerden biri olduğumu ispatlayıp mutlu ayrılıyorum marketten. Mutluyum çok mutlu! Aç kalmak derdi yok. Yaşasın kartlar, yaşasın sanal ortamda alınan nefesler!
Apartmanın merdivenlerine sinmiş loşluğu kendiliğinden yanan sönen ışıklar aydınlatıyor. El çabukluğuyla çeviriyorum kilidi. Ayakkabılar ayakkabılığa, paltom askıya, poşettekiler dolaba yerleşiyor. Öncelik sırasını mutlaka takip ediyorum.
Bir önceki günden kalan yemekleri ısıtıyor, yakışıksız bir sofra kuruyor ve ruh ikizimi bekliyorum. Geçen saatleri elimdeki kumandanın saat tuşundan takip ediyorum. Zil çalıyor. Yemekler soğumuş, yağları donmuş. Isıta ısıta bir hale gelen yemekleri tekrar ocağın üzerine koyuyorum. Birlikte akşam yemeğine oturuyoruz. Ne o konuşuyor, ne ben. Halsizlik diz boyu.
Yemek sonrası televizyona bakıyoruz. Anlatılanlar ve görüntüler aklımda kalmıyor. Sadece izlemiş olmak için izliyorum. Eşim:
“Hani bu akşam tavla oynayacaktık?” diyor.
“Yorgunum.”
“Karşılıklı kahve içsek?”
“Uykumu kaçırır.” diyorum.
“İnternetten film izlesek?”
“Başım ağrıyor.”
“Seninde bir akşam ağrımayan yerin yok be!”
“Haklısın!” diyorum.
“Ne yapmak istiyorsun peki?”
“Beni bırakırsan hayal kurmak istiyorum.”diyorum.
“Tamam, hayal kur bakalım! Ama içinde ben de olayım!”
“Kesinlikle aşkım! Sensiz hayal kurmak mı, kurarsan eğer gözlerim kör olsun!” diyorum.
Adamı iyiden iyiye kandırıyorum. O, karısı tarafından kendi hayalinin kurulduğunu düşünedursun ben bitkin bakışlarla onu gözlüyorum. Eşim kumandayı elimden alıp bir spor programını açıyor, bir ara ürkek adımlarla mutfağa gidip kendisine kahve yapmayı da unutmuyor.
Bense eşime söz verdiğim gibi hayal kurmaya başlıyorum. Eski çağlarda, ilk insanların yaşamaya çalıştığı yerdeyim. Yaklaşık 30-35 insan bir mağarada yaşıyoruz. Gece olunca soğuk dayanılmaz oluyor. Mağaranın önünü devasa ağaçlar süslüyor. Ağaçlar öyle büyük ve öylesine her yerdeler ki bazen gökyüzünü görmek olanaksız oluyor.
Yağmur yağdığında ıslanmıyoruz çünkü ağaçlar bizi yağmurdan koruyor. Mavi gökyüzünü görmek istesem, hiç deniz görmeyen birinin heyecanına benzer bir sevince kapılıyorum. Bu yüzden gökyüzünü görmek için dağların zirvelerine çıkıyorum. Buradan manzara tek kelimeyle müthiş! Ağaçlar dağların altında kalıyor. Uzun şelalenin sarmaşıklarını görüyorum. Asıldığımız sarmaşık kökleri havada salınıyor. Sonra mavi gölü görüyorum. Gökyüzünün ikiz kardeşi olan mavi gölü… Gök ne renkse, gölde aynı renge bürünüyor. İleriye bakıyorum. Pusun içinde kaybolmuş Hayalet Ormanı’nı görüyorum. Uçsuz bucaksız orman dalgalanıp ufukta kayboluyor. Kocaman kanatlı kartallarla kardeşmişçesine selamlaşıyorum. Burayı seviyorum. Bu ormana, bu yeşil dokuya bayılıyorum. Burada yaşlanıp, burada ölmek istiyorum. Yeşil, yosunlu toprağa bedenim karışsın istiyorum.
Buralarda yazlar çok kısa. Ha deyince güneş batıyor. Bu yüzden iş planını takip etmek zorunda kalıyorum. Ben dağdan kesilen odunları toplamakla görevliyim. Ateşi adamlar yakıyor. Giyinmek için hayvan kürklerinden yararlanıyoruz. Bu konuda elimi sıcak sudan soğuk suya vurmuyorum. Ava erkekler gidiyor. Gelen etleri bile kesmiyorum çünkü beni kan tutuyor. Odun taşımaktan arta kalan zamanlarımda mağaranın içini temizliyorum.
Mağaranın nesi temizlenir Allah aşkına. Yuvalanmış üç beş örümcek, yolunu şaşırmış birkaç yılan, ıslarla bizimle yaşamak isteyen yarasaları inimizden kovmak… Bir de sabah sönen ateşin küllerini tekrar toprağa dökmek… Bütün görevim bunlardan ibaret. Su basmadığı, vahşi hayvanlar tarafından bulunmadığımız sürece gel keyfim gel.
Güneşli günlerde şelalenin sularında yıkanıyorum. Ruh ikizimde yanımda oluyor. Gözleri gözlerimi arıyor. Yeşil taşların üzerine uzanıp gökyüzünü izliyoruz. Hiçbir kaygı duymadan buracıkta yaşlanıyoruz. Burayı seviyorum. Hem de çok.
Eşim:
“Hayal kurman bittiyse yatağımıza uzanalım.” diyor.
“Tamam.” diyorum.
Yatak odasının kalın perdeleri yanıp sönen sokak ışıklarını kesmeye yeterli olmuyor. Bir aracın kornası uzun uzun çalıyor. O araca başka araçlar katılıyor. Korna seslerinden filarmoni orkestrası oluşturuyorlar. Bir ayyaşın narası sokağı dolduruyor. Her yere mutsuzluğunu bırakıyor. Kusuyor içindekini. Benden uzun yaşayacağı kesin. Köşe başındaki kahvehaneden sigara dumanları gökyüzüne dağılıyor. Ali’nin annesi süt kaynatıyor. Ayak seslerini duyuyorum. Osman yine astım nöbeti geçiyor. Hava makinesinin sesi geliyor. Eski binamız sallanıyor. Yer titriyor. Onlarca insan doğuyor, onlarcası ölüyor.
İtiraf ediyorum. Ne yazık ki ben kuzey ışıklarını hiç göremedim. Eskimo türkülerini dinleyemedim. Ben o kadar kentliyim ki hiç dünyalı olamadım. O kadar uzaydayım ki yeryüzüne hiç inemedim. Köhne bir sarmaşığın kanadında sallanmadan şu dünyadan göçeceğim ya yazıklar olsun yaşamışlığıma!
Serpil TUNCER