İZMİR İSTANBUL’DAN DAHA MI GÜZEL? Kitap imzalamak bahanesiyle, seni görmek için yollara düştüm. Yorucu bir yolculuktan sonra işte geldim. Merhaba İzmir. Şöyle bir baktım...
Sisin ortasında art arda patlayan ve nerden geldiği belli olmayan birkaç el silah sesini köpek havlamaları takip etti. Önce derin bir acı, ardından genç vücudu, yorgunluktan karla kaplı zemine düştü. Karın üzerinde kanı akıyordu. Göğüs ve karın bölgesinden vurulmuştu. Avcıydı, av olmuştu.
Sis geceyi saklamıştı. Özgürlüğü, açlığın ihtirasına yenik düşüyordu. Yaşamak için hep insanlardan uzak durmuştu. İnsan hemcinsine bile düşmandı. Kendisi avcıydı ama insan en acımasız avcıydı. Öfkeli köpek sesleri, sisli gecenin sessizliğini yırtıyordu. Özgürce koştuğu Palandöken’in zirve ve eteklerindeki bahar ayları gözlerinin önünden geçti. Kekik kokuları arasında kovaladığı tavşanlar, koyun sürülerini düşündü. Rüzgârı karşısına alıp köpeklerden kokusunu sakladığı sonbahar gecelerinde nasıl köylere girerdi. Çoban köpeklerini nasıl da atlatır, aptal yerine koyardı. Gündüz hâkim bir tepede saklanır, saldıracağı, gireceği küçükbaş hayvan barınağını tespit ederdi. Nam salmıştı civarda. Köyün gençleri, avcıları, çobanlarının yanı sıra diğer bölgelerden de avcılar kendisini bulup vurmak istemişti. Keskin koku alma yeteneği, güçlü bacakları, geniş bakış açısı ve yedi yıllık tecrübesiyle iyi bir avcıydı.
Şimdi ise rezil bir av olmuştu… Sis dağılıyordu. Ağzının kenarından kan geldiğini hissetti. Kürkü kalındı. Normalde üşümemesi lazımdı ama üşüyordu. Yoksa bu ölümün nefesi miydi? Ölümle yıllarca burun burana gelmişti, hatta onunla çokça alay etmişti. Hiç birisinde ürkmemiş, böylesine üşümemişti. Kanı akıyordu. Kasılıyordu. Köpek seslerine insan bağrışmaları da karışıyordu…
Gün ışığını severdi. Güneşe sırtını verip tembel tembel yattığı kuytu sessizlikleri bir daha görebilecek miydi? Ya eşini ve iki yavrusunu… Gerçi yavruları büyümüştü. Onlar da kendi ailelerini kurup alfa çiftinin peşinde avlanıyordu. İnsanla karşılaşmak ölümle karşılaşmaktı. Böyle öğretilmiş ve eğitilmişti. İnsanlar ile ortak yanları vardı. İnsanlar gibi kurtlar da ailelerine düşkün ve bağlıydılar. İkisi de ailesinin ve soyunun devamı için gerekirse ölürdü. Şimdi ise ölmek sırası kendisine gelmişti. Yaşamıştı, sevmişti ve inanmıştı. Çetin ve sert geçen kış aylarında av bulmak, yiyecek bulmak zorlaşıyordu. Yaşamak için ölümü göze almalıydı. Bunun için aç kaldığı kış aylarında köylere yaklaşır, damlardan ya da kapı aralarından gizlice ağıllara girer, koyun boğazlayıp karnını doyururdu. Suç değil, haktı kendince bu. Kanun buydu. Kemik parçası için sahiplerine yaltaklanan şu köpekler olmasa köylere rahatça yaklaşabilirdi. Sekiz yılda kaç köpeği boğmuş ya da parçalamıştı. Onlarla dalaşmak, dövüşmek zevkliydi. Yeter ki sahipleri boğazlarına çivili tasma takmasın. Gerçi birkaç kez sırtından ve boynundan ağır diş ve pençe izleri almıştı. Ama zamanla yaraları kabuk bağlamıştı. Gençti, gücünün zirvesindeydi o zamanlar… Şimdi ise yaşlı sayılırdı. Hatta sayılmazdı bayağı yaşlıydı. İçinde yaşama sevinci vardı. Gözcü kurdun yönlendirmesiyle girdiği ağılda otuz koyunu boğazlamıştı. Kan değmişti dişine ve dudaklarına. Şerbet gibiydi. kan akıttıkça akıtmak istiyordu. Zafer sarhoşu gibi koyunları boğazlıyordu. Güç kendisindeydi. Sürüsünün ve kendisinin aç gezdiği günlerin intikamını alırcasına koyunlarını boğazlamıştı. O bağırtılar arasında güçlü duyma yeteneğiyle, ‘Ağılda kurt var. Dikkatli olun.’ Sözlerini duymuş ve geldiği gibi ağılın dam penceresinden kaçarak karanlığa karışmıştı. Ardından köpekler koşmuş ama yetişememişti. İnsan ise geceye barut yüklü fişekler göndermişti.
Düşüncelere daldığı sırada sırtında duyduğu derin acı ile irkildi. Sert bir hamle ile karşılık vermek istedi. Ama dönemedi. Canı yandı. Kar üzerinde son bir kavgaya tutuşmak istedi. Ama olmadı. Hareketsiz kaldı. Boğazından yakalanmıştı. Boz bir köpek boğazına dişlerini geçirmiş. Diğer iki köpek ise bacaklarından ve karnından ısırıyordu…
İlk kez gözünden yaş geliyordu… Acıyı iliklerinde hissetti. İnsanların ve eşinin hayran olduğu, ırkının bütün güzelliğini üzerinde topladığı gri kahverengi kürkü kar, çamur ve kan içindeydi. Aynı coğrafyada, aynı gökyüzünün altında yaşadıkları insanla paylaşamadıkları ne vardı ki… İşte yakalanmıştı amansız düşmanına. Gözünü avcının gözlerine dikti. Göz göze geldiler kadim düşmanıyla. Birisi yerde kanlar içerisinde çaresiz, diğeri ise muzaffer bir komutan edasındaydı. İlk kez insana bu kadar yakındı. Gök gürültüsünü andıran sesini çokça duyduğu tüfeği yakından görüyordu. Namlusundan kesik barut kokusu yayılıyordu. Demek o çok sevdiği, gurur duyduğu, durgun sularda saatlerce kendisine hayran baktığı cüssesini kanlar içerisinde bırakan tüfek buydu.
Derin bir uyku bastırdı, göz kapakları inler gibi oldu. İnlemek kurtluğun kanunda yoktu. Ölecekti. Ölümü insanın elinden olacaktı. Ayaz yediği Erzurum kışlarından da beter ölüm. Son kez derin bir nefes aldı, gözlerini mutlak teslimiyet içerisinde kapattı.
Geçen kış koyunlarını boğan kurdu ele geçirmişti Mikdat. Gözlerinde çakmak çakmak kıvılcımlar var. Tüfeğinin namlusunu kurdun kafasına dayadı… Yarı cansız kar üzerinde yatan kurdun kafasına kurşunu sıktı. Son bir nefes, son bir ses, son bir çığlıktı, inilti arasında boşlukta kayboldu. Silahın çıkardığı keskin sesten ürken köpekler çevreye kaçtı. Ardından kanlar içerisindeki kurdun çevresinde yarı korku ile dolaşıp, kürkünü kokluyorlardı. Kurt leşinin yanında cebinden çıkarttığı gümüş tabakasından sigara sarıp benzinli çakmağıyla yakan Mikdat, derin bir nefes çekti sigarasından. Ciğerlerinde gezdirdikten sonra dumanı yavaşça sararmış dişlerinin arasından bıraktı. “Ulan imansız koyunlarımı nasıl boğazladın. İşte ecelin elimden oldu. Seni ibreti- âlem yapacağım. Geberdin ama hala sana karşı intikam duygum, hıncım gitmedi. Namımı bütün âleme göstereceğim. Ölüm bile kurtuluş olmayacak senin için.” dedikten sonra. Dağılmakta olan sisin arasından vücudunun sıcaklığı yok olmakta olan kurdu sırtladı, evinin önüne kadar sırtında taşıdı. Üç köpekte kurdun yere damlayan kanını koklayarak köye yürüdü.
Mikdat, evinin yanındaki ağılın kapısı önünde leşi yere bıraktı. Evden urgan alıp dışarı çıktı. Beş dakika sonra ise kurt leşini boğazından ibreti âlem için elektrik direğine astı… Köpekler havladı… Karşı tepenin üzerinden dişi kurt uluması duyuldu…
Mikdat evine girdi. Odanın sarı lambasını söndürmeden beşikte uyumakta olan 6 aylık oğlu Bozkurt’un yanağını ve saçını öptükten sonra yatağına girdi…
Orhan Yıldırım