0

 

Başım ağrıyor. Bir eksiksiz motor sesi beynimde… Ne zaman bitecek diye beklemekteyim. Karşı kafeteryanın ışıkları dar pencereden sızarak salonu aydınlatıyor. Gözlerimdeki auralara bir yenisi ekleniyor. Ve sesler… Hiç kesilmiyor. Derken bir anahtar sesi… Dış kapı aralanıyor. İlhan olmalı bu gelen.

 

“Lambayı yakma!” diye bağırıyorum. Panikliyor bir anda. Aslında alışkın karanlıkta beni böyle bulmalara. En nihayetinde biz beş senedir aynı evi paylaşan iki yakın arkadaş değil miyiz?

 

“Demek karanlıkta otuyorsun, yine mi migren?”

 

“Yine” diyorum. “Yine!”

 

Lambayı yakmıyor. Hemen önümdeki masaya oturuyor. Elindeki kesekâğıdından yiyecek bir şeyler çıkarıyor. Kokularını alıyorum. Haşlanmış süt mısırı, sanki kayısı… Mısırı kemirmeye başlıyor ilk. Homurdanarak konuşuyor.

 

“Bil istedim Orhan, galeriyi gezen çok oldu bugün. Bir beyle tanıştım. Sanat dergilerinde resim üzerine eleştiri yazıları yazıyormuş. Sizin de eserlerinizi tanıtan ve serginizin başarısından söz eden bir yazı yazarım, dedi. İlerlersiniz, dedi. Hatta Avrupa’da bile isim yaparsınız, dedi. Resimlerim için de; “harika, tek kelimeyle benzersiz bunlar!” dedi.

 

“Sen de inandın mı?”

 

Şaşırdı. Karanlıkta çökük yüzü daha bir karardı sanki. Mısırı bitirdi hemencecik. Kayısılara geçti. Pakettekini doğru tutturmuşum demek; devam etti:

 

“Benim resimlerimi beğendiğini sanıyordum.” dedi.

 

“Beğensem ne olacak ki? Satamadıktan sonra!”

İkimizde sustuk. Al birini vur ötekini… Ben ne diye ev arkadaşıma laf sokuyorum ki! İlhan, ne kadar sanat abidesi çakma bir Mikelanjo ise ben de bir o kadar futbolcu Pele’yim. Soyunma odası diye rutubet kokan bodrumlarda soğuk sularla banyo yapıp sinüzit olmaktan, küçücük mahalle takımlarında kramponlarım elinde amatör ruhla gezinmekten yoruldum artık. Üzerime eşofman takımı bile alamayan futbol kulüpleri benim için ne yapabilir ki?  Profesyonel futbolcu olmak isteyen herkes gibi benim de hep büyük takımlardaydı gözüm, ama maalesef transfer olamadan yaşımı otuz beş yapmayı başardım. Bu saatten sonra benden ne köy olur ne kasaba. Ve sırf şu hayaller uğruna, bir insanın, en yakın arkadaşına yapması gerekeni yaptım. Ben, bir rüyanın peşinde koşmaktan yorgun düştüm; ama ev arkadaşım için hala umut var dedim; İlhan‘ın sanatı uğruna, bütün evin masraflarını ben karşılamak zorunda kaldım. Bütün gün muhallebici, gece halı saha…

 

Bari birimizin umutları yeşersin istedim. Bari birimizin tuttuğu dal elinde kalsın. Ondan da payıma düşeni aldım. Hep başarısız sergiler, soyuttan somuta inememeler, modası geçen yağlı boyalar, akriliğin bitmek tükenmeyen sancıları… Bir de karşıma geçmiş bol kesedenatmaları yok mu? Deli ediyor beni. Adam resimlerini çok beğenmişmiş, sergisi hakkında yazı yazacakmış… Avrupa’da bile adını duyuracakmış. Hadi be!

 

“Yanındaki bavul da ne?” diye soruyor İlhan. Dişinde mısır mı kalmış? Yok canım, karanlıkta nerden görebilirim ki dişlerinin arasındakini?

 

“Gidiyorum tabi.”

 

“Nereye?”

 

“Memlekete, nereye olacak?”

 

“Şaka yapıyor olmalısın!”

 

“Çok ciddiyim!”

 

“Nasıl olur ya!  Nerden çıktı bu şimdi?”

“Benden bu kadar sevgili ev arkadaşım! Benim futbol maceram burada sona erdi. Muhallebiciye gelince; şükür, memleketin her yeri muhallebici dolu.  Bizim oralarda çalışacak bir muhallebici dükkânı illa ki bulurum.”

 

“Artık futbolu tamamen kafandan sildin yani.”

 

“Evet, sildim.”

 

Oturduğum koltuktan kalktım. Işığı yaktım. İlhan’ın kemirdiği kocaman mısırın koçanını gördüm nihayet. Bu iyi. Demek ki gözlerimdeki ışık hareleri azalmış. Kafeteryadan gelen müzik sesi hızlanıyor. Eller havaya herkes halaya! Kahkahalar geliyor kulağıma, tabak, bıçak sesleri… İnsanlar, başkalarının umutları yitip giderken, yoluna baş koydukları fikirleri sönerken nasıl bu kadar da umarsızca eğlenmeyi becerebiliyorlar bir türlü anlayamıyorum.

Bendeki yedek anahtarı masanın üzerine koyuyorum. Ödemeyi bekleyen faturaları, kaktüsüm Zehra’yı, çok sevdiğim alet çantamı koşulsuz şartsız İlhan’a bırakıyorum. Cep telefonumu ve bavulumu aldığım gibi hiç konuşmadan daire kapısına doğru yürüyorum. İlhan da peşimden geliyor. Hâlâ konuşuyor. Konuş konuş… Sabahı bulursun. Sözüm ona beni ikna etmeye çalışıyor. Oysa bilse içimde devirdiğim onca çınarları. Onu dinlemediğimi ve kararlı olduğumu fark edince:

 

“Tamam arkadaşım. Seni yolcu etmeye geleyim o zaman.” diyor.

 

Sesimi çıkartamıyorum. Ne de olsa beş yılın hatırı var. Anayola çıkınca hemen sarı bir taksiye el ediyorum. Ön koltuğa İlhan oturuyor, bense bagaja koyduğum bavullar yüzünden arkaya geçmek zorunda kalıyorum. İşte böyle, benim can ciğer kuzu sarması ev, ahret hatta kan kardeşim, can arkadaşım. Parayı ben öderim keyfini o sürer. Bu hep böyle geldi böyle gider. Araç hareket ettiğinde soruyor İlhan:

 

“Trenle mi gideceksin?”

 

“Şu tren takıntını yenemedin mi daha? Ben nefret ederim trenlerden bilmiyor musun?”

 

“Ya niye kızıyorsun? Olga’yla hep tren yolculuğuna çıkardık. Sen de arada sırada bize katılırdın. Belki sevmişsindir, hani alışmışsındır trenlere diye söyledim.” diyor.

“Otobüsle gideceğim.” diyorum.  Taksici artık otogara yöneleceğini anlıyor.

 

İlhan hemen cebine sarılıyor. Cep telefonunu çıkarıp:

 

“Dur bir dakika! Olga’ya da haber verelim. Atlayıp gelsin evinden. Seni uğurlasın.” diyor.

 

“Sakın ha! Olga’yı arama!” diye bağırınca, yüzüme tuhaf tuhaf bakıyor.

 

Hiç konuşmuyoruz. İçime yolculuğun o garip acısı çöküyor. Bu ışıklı şehri bırakan ben, acep nerelere gidiyorum?  Ama alıkonmaz bir yoldayım artık. Kararım karar… Yeter ki beni yolumdan çevirecek bir sıkıntı olmasın.

 

Bu akşam hava amma da sıcak. Gömleğimin yakalarını açıyorum. Dokunsalar ağlayacak gibiyim. Niye böyle oldum şimdi durup dururken. Şehre çöreklenmiş trafik yine peşimizi bırakmıyor. Milim milim ilerleyen araç konvoyunu dağıtmak, tutup havalara fırlatmak geliyor içimden ama Süpermen de değilim ki. Nihayet perona yanaşıyor taksi.

 

İlhan hâlen konuşuyor.  Resimleri çok iyiymiş. Bazı insanlar geleceğe ait sanat ürünleri ürettikleri için günümüzde anlaşılamıyormuş. İlhan da onlardanmış. Çok ünlenecekmiş. Tomar tomar para kazanacakmış. Büyük müzayedelerde adı anılacakmış. İlk işi Olga’yla evlenmek ve üçümüzün birlikte yaşadığı bahçeli bir ev satın almak olacakmış. O, Olga’yla beraber üst katta bense bahçe katında yaşayacakmışım. Çocuklarına adımı verecekmiş. Onlar bana amca diyeceklermiş. Öz amcalarını bile benim kadar sevmeyeceklermiş. Hem Olga da tanınacakmış. Ünlü bir Rus sanatçısı olacakmış. Bizim İlhan da Rus Ressam Olga’nın eşi unvanını alacakmış.  Olga da, o da bensiz yaşayamazmış. Ben onun bu hayattaki en büyük destekçisiymişim.  Ben olmasan ne yaparmış. Of! Başım! Ağrı yine mi başladı ne? Şeytan diyor ki patlat yüzüne şu İlhan’ın.

 

“Amma konuştun be birader! Çenen dursun yahu! Bir sigara versene.”

 

“Al. Dur, ben yakayım. Kızma Orhan. Biliyorsun biz sensiz yapamıyoruz.”

 

Sigarayı tüttürürken şaşırıp soruyorum:

 

“Biz de kim?”

 

“Kim olacak; ben, sen ve Olga.”

 

Olga’yı niye karıştırıyor ki anlamıyorum. Hay Allah! Tam sigaranın ziftini bulmuşken otobüs muavini bağırıyor.

 

“Eskişehir yolcusu kalmasın. Bagajı olan yolcular sol taraftan lütfen!”

 

Derin bir iç çekiyorum. Dalıp gidiyorum ansızın. Acaba diyorum, kendimi mi kandırıyorum? Bu gidiş hayra mı alamet, yoksa şerre mi?  Bu gidiş kurtaracak mı beni düştüğüm bu kadersizlikten? Bu gidiş, yarayacak mı bana bütün umutlarım yok olmuşken? Dalıp gidiyorum uzaklara.

 

O da ne! Birden Olga’nın sesi kulaklarımda yankılanıyor. Hayal mi gördüm demeye kalmadan Olga boynuma atlıyor. Yarım Türkçesiyle:

 

“Orhan” diyor. “Sen nasıl da bizi bırakıp gitmek. Hiç yakışıyor sana?”

 

Olga’nın burada ne işi var der gibi bakıyorum İlhan’a.

 

“Mesaj çekmiştim takside giderken. Sağ olsun atlayıp gelmiş işte. Hem bilirsin; Olga’nın ikna kabiliyeti benden fazla, belki seni burada kalmaya razı eder ha.” diyor.

 

O vakit, Olga’yı gördüğüm vakit yani, yine bana o her zamanki olanlar oluyor. İlhan bir anda siliniyor gözlerimin önünden. Sanki hiç yaşamamış, Olga’yı hiç sahiplenmemiş gibi geliveriyor. Olga’nın sarı saçlarına bakıyorum. Sıcak lodos, gecenin bu vakti nasıl da nazlı nazlı dokunuyor her teline. Şu parıltı bir ateş böceği olmalı. Yoksa bu saatte bir saç teli nasıl böylesine ışıldar?

 

Olga uzun uzun konuşuyor. Olsun. Sabaha kadar konuşsun ben dinlerim ki. Hiç yorulmam. Başım da ağrımaz. Olga denince akan dereler durmuyor mu ben de. Her gece, yastığıma başımı koyduğumda, oluk oluk kanamıyor muyum rüyalarımda. Hep aynı kahreden sancı hep aynı itilmişlik sarmıyor mu dört yanımı. Allah’ım ne olurdu da Olga’nın bir ikiz kardeşi olaydı, birini İlhan alaydı öbürü de bana varaydı diye dua üstüne dua etmiyor muyum? En çok da bunun için depresyonlardan depresyon beğenmedim mi kendime. Suçlu, ezik, hatta lanet bir Orhan olarak akmadım mı umutlarımı gömdüğüm yeşil çimenlere. Olga için yana yakıla hiç ağlamadım mı beş sene? Sırf Olga’nın İlhan’a olan aşkı için geçmedin mi beni ben yapan umutlarımdan? Görmezden gelemediğim Olga’nın İlhan’a olan aşkı için erimedim mi günden güne? İlhan, Olga’nın gözünde yükselsin diye tutmadım mı ev arkadaşımın elinden? Bu aşkta, onların aşklarında yani, en çok yapı kuran taş ben değil miyim?  Ah Olga, işte bütün bu aklımdan geçenler için gitmeliyim. Hem de hemen. Ardıma bile bakmadan bu şehri terk etmeliyim.

 

“Cevap vermedin hâlâ.”  diyor, Olga.

 

“Neye, neye cevap vermedim?”

 

Olga gülümsüyor. 

 

“İlhan seni çok sever bilirsin. Dayanamaz gitmene. Ne olur hatırım için kal bizimle.”

 

“Ben, gitmeliyim Olga. Lütfen anlayın beni. Lüzumsuz ısrar sevmem ben.”

 

“Ya, lütfen kal! Sen böyle yapınca kırılıyor Olga.”

 

Gözlerine bakıyorum. Bir yitik Orhan arıyorum ama bulamıyorum. Sanki binlerce Orhan bu gözlere feda etmek için yaratılmış ve dahi niceleri yaratılacak. Bu hikâyede olmalı mıyım? Bilemiyorum. Bu filmde kim başrolde kim yardımcı oyuncu rolünde? Anlamıyorum. Aklım karışık. Duygularım ise zaten ne zamandır Arap saçı.

 

“Kararım kesindir Olga, gitmeliyim.” diyorum muavinin son bağrışlarında.

 

Kolumu tutuyor Olga. Sıcacık, akan kanını duyumsuyorum. Sıcağı kopamayacak kadar derin ve etkili. Sonra yine o lanet Orhan geliyor aklıma. İnsan arkadaşının aşkına nasıl böyle hisler besler?

 

Ben insanlığını yitirmiş bir garip sürünün en azılı firesiyim. Gitmeliyim. Yitmeliyim. Sevilmemişliğimi ve seçilmemişliğimi terk etmeliyim. Otobüsün ilk basamaklarını çıkarken hadi diyorum içimden. Hadi vur! Kanayan parmağı kopar at kökünden. En fazla dişlerin dişlerini sıkar sürer bir süre gıcırdaması ve tıpkı Nazım’ın dediği gibi “en fazla bir yıl sürer yirminci asırlılarda ölüm acısı.”

 

Serpil Tuncer

 

 

 

 

 

 

 

Leave a Comment

İlgili İçerikler