İZMİR İSTANBUL’DAN DAHA MI GÜZEL? Kitap imzalamak bahanesiyle, seni görmek için yollara düştüm. Yorucu bir yolculuktan sonra işte geldim. Merhaba İzmir. Şöyle bir baktım...
“Aşk eteğin tutmak gerek akıbet zeval olmaya
Aşktan okusan bir Elif kimseden sual olmaya”
Yunus Emre
Kırık dökük bir hikâyeden. Hikâyenin hakkı için.
Kavganın, gürültünün, dillere, diller ile birlikte kan katran kalplere pelesenk olan küfürlerin eksik olmadığı bir günden. Neden yazmaya bu kadar iştiyak duyuyorum? Kendimi, yazmaya neden bu denli zorunlu hissediyorum, bilmiyorum. Hayır, canım, tabii ki biliyorum: Hikâyenin hakkı için. Hikâyenin gücü için. Romanlara, dizilere, filmlere ve köşe yazılarına meze olmaktan arınmış yahut arındırılmış insanların hikâyeleri için. Hikâye yazanlar için değil, hikâyesi olanlar için değil, hikâyeye, hikâye olanlar için. Hikâyelerini, hikâyeleştirenler için. Var olmanın, var olmaya çalışmanın tezahürünühikâyeleştirmekte görenler için.
Gün nasıl başlar? Nasıl başlaması gerekir? Huzurun, mutluluğun ve sevginin insanların; kalplerini, bedenlerini, ruhlarını bir baharrüzgârı gibi; sessizce, yumuşacık ve şefkatle okşaması için şart olan nedir? Şartların ve gerekliliklerin neler olduğunu bilmediğimden olacak, buraya yazmıyorum, yazamıyorum.
Bazı hikâyeler apansızdır. Bir kıvılcım ile başlayan, önü alınmaz yangınlar gibidir. İşte, ektiğimiz, suladığımız, uzun bir süreden beri demini alması için istiflediğimiz ve nihayetinde hasat etmeye niyetlendiğimiz, hâllendiğimizhikâye de böyle oldu.
Anne Elif Neva’nın;
Sırma saçlarının yastıkta, yatağında ve odanın dört bir köşesinde sürüklenmeye başlaması ilesürme gözleriyle kadere, hayata ve kocasına meydan okumasıyla ve sabahın acısından istifade ederek okkalı küfürler üfürmesiyle ufuklara.
Baba Aziz’in;
Gecenin geç saatlerine kadar rakı ve sigara ile olan birlikteliğini terk edememiş olmasından olacak, her nefes alıp verişinde anason kokusu kusması ile yuvasına ve vücuduna yapışan yorganına salyalar akıtması ile.
Çocuk Afra’nın;
Gözleri ile gördüğü, kulakları ile duyduğu, ruhu ve kalbi ile her şeyi hissediyor olmasına rağmen olan bitenden habersizmiş gibi davranmayı öğrenmeye başlaması ile sevgiye, şefkate ve ilgiye en muhtaç olduğu bir zamanda dilini ve kalbini tüm bunlara mühürlemesi ile.
Tüm bunların ezberlenmiş gibi yaşandığı zaman gün başlamış oldu. Ne güzel bir başlangıç, ne âlâ bir hikâye, ne muhteşem bir günaydın değil mi?
Usta bir kalemim olsaydı, kelime haznemde milyonlarca kelime bulunmuş olsa idi ve karakterlerin, “yeter artık, bitir!” isyanına boyun eğmemiş olsaydım, Aziz’in, Elif Neva’nın ve Afra’nın hayatlarından bahseder, bu hale –ki, siz bu hali bilmiyorsunuz- nasıl geldiklerini anlatırdım. Ama dedim ya, ne kalemim usta, ne çeşitli söz sanatlarına hâkimim, ne de yaz yaz bitmez, tükenmez kelimelere sahibim. Bilakis, tüm bunlardan uzak, mağdur ve eksiğim.
Hikâyede adı geçen karakterler ile daha evvel dost meclisinde oturup, iki lafın belini ortadan ikiye ayırmadığımızdan yahut herhangi birimizin derdi ile dertlenmeyip, hemdem olamadığımızdan onları sizlere tasvir edemeyeceğim.
Yüzünün çehresinde korkunun, ellerinde müphem bir titremenin, sesinde ise sindirilmişliğin, bıkkınlığın hüküm sürdüğü bir hal ile fabrikaya gitmek için tüm hazırlığını yapmış, henüz ilkokul öğrencisi olan kızının kahvaltısını hazır etmiş ve işine gitmek için uygun saati beklemeye başladı. Belirli bir süre sonra kızı okula, kendisi de fabrikaya gitmek için evden çıktılar. E, ya Aziz? O ne yapıyor? Hikâyelerin tamamında olmasa bile, bazılarında istenmeyen karakterler vardır. İsminin esamesinin bile okunulmasının istenilmediği karakterler. İşte, Aziz de bu minvalde olan bir tip. Bırakalım, yatağından anason kokusu kusmaya devam ededursun. Hâlihazırda Aziz bir bahane zaten. Peki, neyin bahanesi diye sormazdan evvel cevap vereyim: Neyin bahanesi olacak, Elif Neva’nın değerinin anlaşılması için bir bahane. Elif Neva’ya atfedilen değerin bir bahanesi.
Madem bahaneden dem vurduk, o halde bizatihi Elif Neva’nın kendi bahanesini yazalım da, bahane karşılığını bulsun. Ne demiştik, fabrikada çalışmak için evden çıkmıştı değil mi? Yazar değil de, yazar olmaya aday birisi olarak böyle küçük küçük hatırlatma ve hatırlamaya çalışma çabalarımı maruz görün lütfen.
Bahane… Elif Neva’nın bahanesi. Hayatın, yaşantısının, hikâyesinin bahanesi. Sabahın ilk saatlerinin mahmurluğunu canına yoldaş eyledi. Yollara, kaldırımlara, kentin, modern – belki de post modern- çağın bir çift selamdan yoksun kıldığı insanlara baka baka, o insanların yüzlerine, yüzlerindeki ifadelere bata çıka yoluna devam etti.
Elif Neva için fabrikada çalışıyor dedim, fakat O herhangi bir üniversitenin, herhangi bir bölümünden mezun olmuş, lisans okumak ile yetinmeyip, üzerine bir de yüksek lisans yapmış birisidir. Bunlar ile birlikte, okumayı seven, kaleminin döndüğü kadar hikâye ve öyküler yazan, makaleler hatmeden, düşünen, sorgulayan bir hüviyete sahiptir.
Evden çıktığı zaman güzergâhı belli olmasına rağmen neden farklı bir yoldan gitmeyi tercih etmişti? Neden olacak; sıradan, rutin, olağan, kamusal, programlı ve saat gibi işlediği bu düzenden bıktığı için. Aslında tek sebep bu olmayabilir. Kim bilir, belki de hayret etmeyi, şaşırmayı, ihtimalleri, bahaneleri özlediği içindir.
Ben tüm bunları yazarken Elif Neva yola revan olmuş, yürümeye devam ediyordu. O sırada ansızın bir ihtiyar ile karşılaştı. O ihtiyar ki, saçı sakalına karışmış, üstü başı perişan, belki açlıktan, belki hastalıktan, belki de halsizlikten bitap düşmüş bir durumda.
Usul usul yaklaştı Elif Neva’nın yamacına. Dilini, bir ıslak mendil gibi dudaklarında gezdirip, dudaklarını ıslattıktan sonra, “Bana baktın, benim bu halime şahit oldun, ne gördün?” dedi. Elif Neva’nın konuşmasına fırsat vermeden kendisini dilinin döndüğünce anlatmaya başladı. Bakalım, bizim ihtiyar nelerden dem vurmuş.
Baktın, bir meczup gördün. Bir ihtiyar. Kâh görünüşüm ilekâh davranışlarım ilekâh dilenciden geri kalmayan halim ile insanlara ölümü, merhameti, hoşgörüyü mezarı, mezarlığı, yaşlılığı hatırlatan bir ihtiyar. Ama öyle mi? İçimde ne gizli, bakiyemde ne var, tahayyülümde neler saklı, bildin mi?
İhtiyar kişinin ettiği bu sözlerden sonra hayretler içinde kalakaldı Elif Neva. Hayreti, heyecanı, şaşırmayı, bahaneyi özlemişti ya, aradığını buldu işte.
-Böyle neler diyorsun sen dayı? Tüm bunları nasıl söylüyorsun?
İhtiyar devam etti:
-Bahanen ne kızım?Hikâyen ne?İşe mi gidiyorsun, para mı kazanmak amacındasın, evini geçindirmenin mi derdindesin? Bunların tümü bahane. Hayatta kalmak için, yaşamdan, yaşamaktan zevk almak için bir bahane. İş bahane. Yol bahane. Hikâye bahane. Hayat bahane. Bahanen ne senin? Hayatta kalmak. Mücadele etmek. Tutunmak. Kime tutunmak?
Elif Neva, ihtiyarın sorularına cevap vermeye çalıştı, fakat başarılı olamadı. Hoş, verse de ihtiyar yanında yoktu zaten. Çoktan gitmişti. Başka insanlara, başka Elif’lere, başka hayatlara bahane olmak için. Başkalarının bahanesi olmak için ya da bahanelerini hatırlatmak için.
Elif Neva bahanesine tutundu.
Fabrikaya, başka bir bahane deryasına varmak için yolunu değiştirdi.
Kim bilir, belki bu da bir bahane idi…
İlyas Tikenli