KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
“Baba evindeyim bugün tepemde dolunay
Nasıl doluyum birikmiş yalnızlıklar
Ayın umurunda mı cama vurmuş şavkı
Adamın biri de tutturmuş damar bir şarkı”
Kasım’ın en karmaşık günleri… Soğuk ve sıcak havanın harmonisi yaşanıyor. Kaldırımlarda güz yaprakları sararmış uzanıyorlar öylece. Ara sıra bir rüzgâr üflüyor, uçuşuyorlar. Umurlarında değil dünya. Hiç var olmasalar da olur. En azından yalnız değiller, dedim o güz yapraklarının yanından geçerken, benim gibi çaresiz değiller, dedim.
En son yağmur yağalı bir hafta olmuştu yanılmıyorsam. Toprak kupkuruydu. En ufak rüzgârda toz doluyordu her yer… İnsanlarda ise havanın yarattığı boş bir öfke… Ya da sitem demek daha doğru. Tanrı’ya sitem… “Kimse Allah’a karşı gelemez!” diyenler bile içten içe yakınıyordu yaratıcıya bugünlerde. Bense ne havayı takıyordum ne de boş yere sinir küpüne dönen insanları. Benim gündemim başkaydı, terkedilmiştim. Çok sevdiğim adam tarafından öylece bir başına bırakılıp gitmiştim. Bir sabah uyandım, arkamda o yoktu, bir kâğıt parçası uzanıyordu onun yerine. Bir paragraf yazı… Onun el yazısı bu, demiştim. Kimin olacaktı ya zaten? Kabullenemiyordum. İstemiyordum, kabullenmek istemiyordum. “Gidiyorum…” yazmıştı yalnızca. Ne olmuştu da gitmişti? Ne sorunumuz vardı? Neden? Sorular aklımda pervane, yanıtları ise kayıp. Hemen telefona sarıldım. Aradım aradım ama kocamdan tek bir iz yoktu. Dolaptaki çok sevdiği kareli gömleklerini bile almamıştı. Tama anlamıyla terk etmişti yani. Öylece kalmıştım. Ne yapacaktım ben şimdi? Ne bir işim ne de ayakta kalacak gücüm vardı. Arkadaşım, yakınım… Ondan başka kimsem yoktu. Ha birde babam… Tekirdağ’da oturan babam vardı. Yanılmıyorsam bu yıl 87 yaşında olacaktı. Hey gidi yıllar, ne de çabuk geçmişti.
Babamla 13 yıldır hiç görüşmemiştik. Sebebi ise hazin. Ben o yıllarda uçuk kaçık bir kızdım. Babam ise tam tersim; naif, sakin, kendi halinde… Bir sevgili bulmuştum kendime: Orhan. Orhan’la deliler gibi aşıktık. Aramızda olmaması gereken bazı olaylar bile olmuştu. Gençlik işte, o an düşünmüyorsun. Benim Orhan’la münasebetim mahallede de duyulmaya başlayınca babama itiraf etmem gerektiğini düşündüm. Bir gün geçtim karşısına her şeyi anlattım. Ayağa fırladı. “Olmaz,” dedi. “O zibidiyle beraber olamazsın, izin vermem!” Israr ettim ama yok, babam kararlıydı. Bende 13 yıl önce çektim gittim baba evinden. Keşke gitmeseydim, babamı dinleseydim. Birlikte olmak uğruna terk ettiğim adam, şimdi yoktu yanımda. Neden, ne için gitti bilmiyorum. Ama ona değil, babama yaptıklarıma üzülüyorum.
Şimdi elimde bavulum, kafamda zarif bir şapka, boynumda 15 yıl evvel babamın doğum günümde hediye ettiği bir şalla gidiyorum… Baba evine dönüyorum. Aynı zamanda da korkuyorum. Babamı bulamamaktan korkuyorum. Bulsam da sarılamamaktan…
Dikkat ettim, yolları bile yarım yamalak hatırlıyorum. Evin bulunduğu sokağı zor buldum terminalden çıkınca. Şehir yenilenmişti haliyle. Eski Tekirdağ yoktu. Her yer apartman ve hotel dolmuş. Her yerde tekneler, sandallar, bazı bazı da yatlar görüyordum. Ne işe yaradığını bilmediğim anteni andıran gemi direkleri Terminal’den bile biraz görünüyordu. Önceden iki kayık ya durur ya durmaz sahilde.
Yeni belediye otobüslerinin üzerindeki dijital yazıları okumaya uğraştım sürekli bizim mahalleyi bulmak için. Aydoğdu, Değirmenaltı, Köprübaşı, Altınova… Heh! İşte Altınova otobüsü. Bindim. Kalbimde bir heyecan, aklımda bir merakla…
“Hep aynı. Değişmemiş hiç!” dedim evimi seyrederken. Bakıyordum uzaktan öylece. Bir adım atmak istesem, iki adım geri gidiyordum. Korkuyordum, çok korkuyordum. Hep aynı kaygılar vardı yüreğimde. Ya babam yoksa? Varsa da ya bana kucak açmazsa? Kendimi toparladım, üstümü başımı düzelttim ve attım kendimi yeni taş döşenmiş yola. Önceden topraktı burası, az kirli döndüğümüz olmazdı yaz günleri eve. Rahmetli annem kızardı. “Seni artık eve kapayacağım” derdi. İyi ki o öldükten 4 yıl sonra evden kaçtım. İyi ki ömrü o günü ona göstermedi. Düşüncülerimi silip evin önündeki akasyanın dibine geldim. Güneş açmıştı. Gök masmavi… Bir bulut dahi yok. Rüzgâr esiyor ılık ılık. Tam bir Eylül günü. Bir süre evi gözetledim. Kimse yoktu meydanda ama bana umut veren bir görüntü vardı bahçede. Domatesler çıkmıştı, biberler, patlıcanlar… Göremiyorum belki çilekte vardı. Ama fark etmez, gördüklerim bile yeter evde bir yaşam olduğunu kanıtlamak için. Bakımsız da durmuyordu zaten ev. Bir umut, en son 13 yıl önce adım attığım bahçeye adım attım. Kalbimin atışını duymak ne kelime, göğüs kafesime vuruşunu hissediyordum. Yine en son 13 yıl önce dokunduğum zile uzandım.
“Zır! Zır!… Zır!” Yok. Tam umudu kesip, İstanbul’a dönmeyi planlıyordum ki, “Zuhal!” diyen bir kadın sesi duydum. Arkamı dönüp, birkaç adım uzaklaştığım kapıdan bana bakıyordu. Hiç görmemiştim bu kadını daha önce. Yanına döndüm. Bana adeta bir hayranlıkla, bir aşkla bakıyordu. Yetmişli, yetmiş beşli yaşlarda duruyordu. Benimse o anki yüz ifademi tahmin bile edemiyorum. Babamın evinde, adımı bilen, daha önce görüştüğümü hatırlamadığım bir kadın bana sesleniyor. Tuhaftı elbet.
Güçlükle sordum. “Siz kimsiniz?”
Benim hissettiklerimi o da hissedermiş gibi anlattı. Sesi 5 yaşında bir çocuk kadar heyecanlıydı. “Şey… Tabi sen benim kim olduğumu bilmiyorsun Zuhal. Ben, ben babanın eşiyim. Tabi eski eşi.” Hiçbir şey anlamamıştım. Kafam allak bullak. Ne yani, babam ben gittikten sonra, hele hele bu yaşta birisiyle mi evlenmişti? Daha da ilginç olanı, neden “eski eşi” demişti. Boşanmışlar mıydı? Boşandılarsa neden hâlâ bu evdeydi bu kadın. Tam bu aklımdan geçen soruları dile getirecekken araya girdi. O an fark ettim ki uzun zamandır suskunduk. “Ayakta kaldın kızım, geç, geç içeri!” Çok tatlı ve şefkatli bir ses tonu vardı. Her kelimesi yüzümde dolaşan annemin sıcak ellerini anımsatıyordu bana.
Hipnoz olmuşçasına girdim içeri. Bu tek katlı müstakil evin salonu çok görkemliydi bir zamanlar. Şimdi ise bir sönüklük, bir dinginlik hakimdi. Gözümün ucuna gelen gözyaşlarım, gözümü gıdıklıyordu. Ha ağladım ha ağlayacağım. Kendimi zor tutuyorum. Ben kadına sinir bir hareket yapıp, babamın koltuğuyla karşı karşıya olan annemin tekli koltuğuna kuruldum. Biraz bozulsa da hemen toparlanıp, babamın koltuğuna geçti. “Ne cesaret,” dedim. “Biz çocukken etrafında saklambaç oynayamazdık. Babamı ne hale getirmiş bu kadın!”
Bir süre yeniden sessizlik oldu. Sonra bu ortamı o bozdu yine. “Ben Sezen. Sende Zuhal sin değil mi?” Tokalaşmak üzere elini uzatıyordu. Parmaklarımın ucuyla tuttum, sıktım.
“Evet Zuhal,” dedim. “Memnun oldum. Aklımda bir sürü soru var. Tahmin edebiliyorsunuzdur. Ne olur yanıtlayın. Merak içindeyim.” Yalvarır gibiydim. Eski halime döndüm, ezik imaj yaratmamam gerekirdi. “Yani 13 yıl eve dönmeyince haliyle neler olduğunu merak ediyorum? Babam nerde?”
Yüzü asıldı. O tonton sesi, boğuklaşmıştı. Başladı anlatmaya.
“Biz babanla sen gittikten 2 yıl sonra tanıştık. Baban benim ağabeyim ile dostmuş, bilmiyordum. Adaşım Sezen Aksu’nun kaseti vardı bilir misin? “Düğün ve Cenaze” diye. Bizimki de öyle oldu. Abimin cenazesine gelmişti. Abim ile ilgili dertleşirken ahbap olduk. Sonrada yarı mantık yarı aşk evliliği yaptık. Baban, senin gidişinle çökmüştü. Kalp ile ilgili, beyin ile ilgili rahatsızlıklar yaşıyordu. Galiba onun devası demeyim de yaralarını saran ben oldum. İkinci bahar yaşıyorduk. Gençler gibi o sokak senin bu sokak benim geziyorduk. Bazıları baban odasına kapanıyordu. Bir saate yakın içeride kalıyor, sonra gözleri yaşlı dışarı çıkıyordu. Bir gün bir cesaretle girdim o odaya. İçeride her yerde, ama her yerde seninle alakalı bir eşya vardı. İlkokul çantandan lise üniformana, her yaşında çekilmiş fotoğraflardan, yaptığın resimlere kadar. Ne ararsan… Ardında bıraktığın ne varsa. Sonra gözüme çalışma masası ilişti. Bir sürü dağınık A4 kâğıdı vardı. Ne bunlar, diye bakarken anladım. Baban sana bir şiir dünyası kurmuştu. Sadece masanın üzerinde 50 küsur şiir vardı. Hep içinde sen vardın. Konuları, temaları hep aynı; özlem, kızım, Zuhal, veda, terk… İçim acıya acıya okudum hepsini. O gün, o şiirleri okuduğum o gün, sen benim de bir parçam oldun. Sen benimde kızım oldun Zuhal. Şimdi burada seni gördü ya bu Sezen, ölse de gam yemez!”
Ağlıyordum. O da ağlıyordu. İç çeke çeke karşılıklı ağlaşıyorduk.
“Babam. O nerede?” dedim.
“Baban… Baban.” Konuşmakta zorlanıyordu. Belki de yıllardır babamla beraber o da eve dönmemi beklemişti. Şimdi kalbi dayanamıyordu benimle karşılıklı konuşmaya. “Baban; dört yıl önce, çalışma odasında kalbi durup öldü. O telaşla fark edemedim ama cenazesinden sonra odasına girince gördüm ki, “Sana Veda” diye bir şiire başlamıştı. Ama tamda “Zuhal” kelimesini yazarken…” Sustu. Artık konuşacak takati yoktu.
Eğilip eline sarıldım ve her şey için ona minnetlerimi ilettim. Ben nasıl bir hainlik yapmıştım babama böyle, nasıl? Onun vefatına ben sebep olmuştum. 83 yaşında ölmüştü. Evet genç değildi belki ama benimle yaşayacak daha çok günü vardı. Ve tabi ki Sezen Hanım’la.
O akşam babamın tüm şiirlerini okudum. Bazıları amatör, bazıları yarım yamalak, bazıları ise vurucuydu. Ama en güzeli de ölmeden hemen önce başladığı “Son Veda” şiiriydi. Onu okuya okuya doyamıyordum.
O günden itibaren Sezen Hanım’la ana kız gibi olduk. Birlikte yemek yaptık, gezdik tozduk, eğlendik. Şimdi ise bu satırları zar zor aldığım notebookuma yazıyorum. Gece saat çok geç oldu. Sezen uyumuş olmalı. Yan evden bir adamın türkü söyleme sesi geliyor, damar bir şarkı. Ayında şavkı inadına camdan babamın şiirinin üzerine vuruyor. Bende dayanamayıp, bu satırların altına onu ekliyorum.
“Dünyada eşi olmayan bir gül,
Dağlarda açan tek sümbül.
Koynumda acı bir yara
Bu sana son veda…
Güzellikten anlamam belki ama sen yetersin,
Kabul, biraz acımasızsın
Zuhal’im…”
Deniz Orallı