(…) Gregor Samsa, bir sabah huzursuz edici
rüyalardan uyandığında…)”
Yolculuğumuz hasret kavuşturanın düdük sesi ile başladı… Trenin hareket saatinden önce içerisi çürük
kaynamış yumurta kokmaya başlamıştı. Sonbaharın ılık nefesini ensemizde
hissederken; iriyarı, leş kokulu adamlar içeri girdi. Nefes almak için tekrar
hikâyeme döndüm.
“(…) ‘Gregor!’ diye seslendi annesi, yumuşak
bir sesle. Saat yediye çeyrek var, işe gitmiş olman gerekmiyor mu?)”
Yanı başımda dikilen yaşlı teyze:
“Evladım, biraz toparlan ben de oturayım.” dedi.
Kitabın arasına parmağımı sıkıştırıp kendimi
toparladım.
“Buyurun teyze.”
“Sağ ol evladım, sağ ol.”
Sözlerindeki sitemi sezmiştim. Krem rengi
eşarbından dışarı taşan ak saçları mantosuyla uyumluydu. Siyah deri çantasını
kucağına aldı. Kalın camlı gözlüklerini çıkartıp peçeteyle silerek tekrar
taktı. Okuduğum kitaba dikkatlice baktı.
Sesini yükselterek:
“Kafka’nın, Dönüşüm’ü dedi. Böcek resmini iyice inceledi.
“Bu böcek kımıl evladım. Üzerindeki desenler
ne güzelmiş, ben de görmüştüm böyle bir böcek.”
Cevap vermeyince bir süre sustu, etrafa
bakındı. Parmağı ile dürttü, yüksek sesle:
“Evladım, ben emekli öğretmenim. Üç yüz tane
şiirim var. Tasavvuf şiirleri yazıyorum. Allah ile kul arasındaki aşkı yazdım.”
Tekrar kitabın arasına parmağımı koydum.
“Ne güzel!”
Kelime ağzımda yuvarlanmadan teyze şiirler
okumaya başladı. Şiirleri güzeldi,
mistik havası ruhuma işliyordu.
“Teyze, şiirleriniz kitap olmalı. Bu
güzellikleri paylaşsan daha iyi olur.”
Yüzü aydınlandı, gülümsedi. ”Eyvah,” dedim
içimden. Yolculuk boyunca şiir okur diye korktum. Şair bir arkadaşım var, şiirlerini övdüm mü
durmak bilmez. Tadında bıraksa güzel olur… Ahh, bu şair milleti, ah!
“Yok, evladım kitap çıkarmayacağım.”
Gerildi biraz, eğdi başını.
“Neden! Güzellikler paylaştıkça çoğalır.”
Kulağıma eğildi, kimsenin duyamayacağından
emin olmak için sağa sola baktı. Usulca fısıldadı:
“Ailem izin vermiyor!”
İstem dışı gülümsedim.
“Kendi kararlarını kendin vermelisin teyze!
Sana yardımcı olurum, tanıdığım yayıncılar var. Şiirlerin güzel, yayınlarlar.”
Bir süre durdu, etrafına bakmaya başladı.
İçerdeki kokuya alışmıştık artık.
Ben kitaba geri döndüm. Gregor bir böceğe
dönüşmüştü.
“(…) Sol taraftaki odadan seslenen babasıydı:
‘Müdür Bey geldi. Trene neden binmediğini
soruyor. Ne söyleyeceğimizi bilmiyoruz. Hem seninle yüz yüze görüşmek istiyor.
Kapıyı aç lütfen! Odandaki dağınıklığı dert etmeyecektir.’)”
Hikâyenin bu kısmı bana duygusal anlar
yaşattı, gözlerim nemlenir gibi oldu. Teyze yine araya girdi:
“Evladım, karar verdim kitabımı
bastıracağım.”
Gülümsüyordu, çok heyecanlıydı. Birilerinin
şiirlerini kitaplaştır demesini yıllarca beklemiş gibiydi, sevinç yüzünde
şekillenmişti. Çantamdan yayıncının kartını çıkarıp verdim. Teyze karta baktı,
yüzü gölgelendi.
“Evladım, İstanbul / Cağaloğlu yazıyor. Nasıl giderim ben oraya?”
Tarihi eser olan trene ilk binişimdi. Trende
kitap okuyup bir şeyler yazarım diye düşünmüştüm ama nafile. “Olsun, biraz
da gözlemci olmak gerek…” diye geçirdim zihnimden.
Yaşamın farklı boyutundaydım. Boğucu parfüm
kokusu yoktu, ruhsuz insanlar da. İlk
bindiğimde hissettiğim kokular da dağılmıştı. Teyze yine araya girdi:
“Evladım, yayıncı ile nasıl görüşeceğim?”
“Telefon edersin teyze. Kartta yazıyor, maile
adresi ile gönderirsin.”
Sorgular gibi baktı gözlerimin içine, tekrar
yüzü aydınlandı.
“Torunum halleder evladım, üniversitede Fizik
Tedavi okuyor. İsmi Ceren, dünyalar tatlısı kuzum benim. Her işime koşar.”
“Teyze buralı mısınız?”
“Tel Aviv’den geldik, sonradan yerleştik
buralara. Büyük babam Max Brod ölünce…”
Çok şaşırmıştım, aklımı yitirmiş olmalıyım.
Yani şimdi yanımda oturan bu kadın hem de tasavvuf şiirleri yazdığını söyleyen
bu kadın, gerçekten Max Brod’un torunu muydu? Bunlar beynimin bana oynadığı
oyunlar olmalı… Tekrar kitabı okumaya devam ettim.
“(…) Keşke konuşabilseydi, yaptığı her şey
için kız kardeşine teşekkür edebilseydi; böylece girdiği zahmetlerin altında
ezilmek yerine kendini daha az mahcup hissedecekti.)”
Kadın, kendisinden rahatsız olduğumu düşünmüş
olmalı ki bir süre konuşmadı. Bu tesadüfün gerçek olmadığına kendimi
inandırmaya çalışıyordum ki kadın yine sessizliğini bozdu:
“Babası ile araları hep bozukmuş. ‘Kız
kardeşi ile iyi anlaşırdı.’ demişti, büyükbabam.”
“Kim teyze, kim?”
Artık bunun bir rastlantıdan daha öte bir şey
olduğunu düşünmeye başladım. Kadın, yine sorgular gibi yüzüme bakıyordu.
“Evladım, okuduğun kitabın yazarı Kafka.
Başka kim olacak! Büyükbabamın yakın arkadaşıydı.”
Soğuk ter damlası sızdı gözlüğümün arasından.
Şimdi bu kadın Max Brod’un torunu muydu yani! Kafka’yı, dünyaya tanıtan adam…
Emin olmak için “Teyze, Max Brod kim?”
diye sordum bu sefer de.
Öfkelenerek yüzüme baktı, yüzünü sağa sola
salladı.
“Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na bağlı, Bohemya
bölgesindeki Prag’da doğdu. Üretken bir yazar, müzik adamı ve çevirmen olmasına
rağmen daha çok Franz Kafka’nın yakın arkadaşı, biyografisini yazan ve
kitaplarını yayınlayan kişi olarak tanınır.”
“Teyze, siz Yahudi misiniz?”
Yüzü iyice gerildi. Sanırım önyargılı yaklaştığımı
sandı. Sonra niyetimi anlayınca gülümsedi.
“Evet, ben Yahudi’yim. Tasavvuf şiirini; Mevlana’yı
Şems’i, Pir Sultan’ı, Yunus Emre’yi severek okuyorum.”
Tekrar gülümsedi.
“Sakıncası mı var delikanlı?”
Ben de gülümsedim.
“İyi o zaman, büyükbabamı anlatmaya devam edeyim.”
Gözleri uzaklara doğru dalıp gitti.
“Kafka’yla büyük babamın tanışmaları bir fikir
çatışması yüzündendir. Büyükbabam bir seminerde Nietzsche’yi sahtekâr olarak
niteler. Dinleyicilerden biri olan Kafka, seminer sonunda buna karşı
çıkar, tartışırlar. Bunun neticesinde aralarında bir dostluk başlar.
Büyükbabamın çıkardığı ‘Arkadia Yıllığı’ adlı ekspresyonist dergide Kafka’nın
ilk kısa hikâyelerinin yayımlaması dostluklarını pekiştirir. 1924 yılında ölen
Kafka vasiyet olarak büyükbabama eserlerini yakmasını söyler. Ancak ‘zamanın en
iyi yazarı’ olarak gördüğü Kafka’nın bu vasiyetini yerine getirmez…”
Teyze anlatırken iyice gerildim, ağlamaya başladım. “Sevgili
dostum, fedakâr insan!” diye
geçirdim zihnimden.
Teyze bana doğru yüzünü döndü, hüznümü anlıyormuş gibi
sarıldı. Ben henüz anlamamıştım neden ağladığımı…
“Yufka yürekli evladım, neden ağladın?”
“Kendimi Kafka sanıyorum teyze ve onun yaşadıklarını
çok iyi anlıyorum.”
Saçlarımı okşadı, gözlerimin içine baktı. Bir süre
gözünü kaçırmadı.
“Sen Kafka’sın oğlum! Sen Kafka’sın!”
Kafam iyice karışmıştı. Teyzenin ellerinden öptüm.
Bakışını bana çevirmiş izliyordu.
“Ne iş yapıyorsun?”
Yaramaz bir çocuğa bakar gibiydi, ellerime baktı uzun
uzun.
“Başarısız bir yazarım teyze!”
Başını sağa sola çevirdi.
“Hayır, evladım! Öncelikle başarısız bir yazar
değilsin, şu an anlaşılmıyorsun. Bu ülkede yazarlar aç. Para kazanmak için ne
iş yapıyorsun?”
Başımı eğdim, ellerimdeki yara izlerini ovup kısa bir
cevap verdim:
“Tornacıyım teyze.”
Gülümsedi.
“Demek ki yeniçağın Franz Kafka’sı bir tornacı!”
Gülümsemesine devam etti. Bir süre tekrar
büyükbabasını anlatmaya başladı:
“Kafka’nın roman parçalarını yayımlamaya başlar ve
ileriki yıllar içinde biyografisiyle birlikte birçok eserini dünya edebiyatına
kazandırır. Nazilerin Çekoslovakya’ya kadar dayanması ve Yahudi kıyımı
yapmaları nedeniyle; tiyatro eleştirileri ve sanat yazıları yazdığı Prager
Tagblatt’dan ayrılıp Filistin’e kaçar ve Tel Aviv’e yerleşir. Orada da
tiyatrodan uzak kalmaz; sonradan adı ‘İsrail Ulusal Tiyatrosu’ olan
‘Habimah’ta, ölünceye kadar sanat danışmanlığı yapar. Tel Aviv’de hayata veda
eder büyükbabam Max Brod…”
Bir süre hasret kavuşturanın düdük sesini dinledik
beraber…
Uyandığımda bilgisayar açık kalmış, başım kuru masanın
üstüne düşmüştü. Düdük sesi telefonun saat beşe ayarlı ziliydi. Teyzeyi aradı
gözlerim, yoktu. Ağlamaktan gömleğimin yakası ıslanmıştı.
Babamın attığı elmaların yarası beni öldürmüştü…
Kazım Demir