SARNIÇTA ZAMAN Küreğin her suya dalışında kalbimin atışı hızlanıyor, taş duvarlarla çevrelenmiş ıslak bir yalnızlığın ortasında, dik başlı sütunların arasında süzülürken kayık, zaman labirentinde...
“Bitti o sevda kesildi çığlıkları martıların
Su gibi bitti, suya karşıt gibi bitti…”
Edip Cansever
“Aha,” dedi. “Aha buradan akardı su evveli. Daha da yine gelir, demedi deme!”
Evet, bir su izi vardı zamandan kalan. Dikkatlice baktığımda yer yer aralarından otlar patlamış, taşlaşmış bir toprak üstünde kurumuş akıntının izi nasılsa öyle bir iz… Kendimi temmuzun sıcağında esen yele vermişken kulağımın dibinde bağırmaya başlayan diğer köylünün sesiyle irkildim:
“Ötedeki kuyudan da su çekecekler buraya. Tam yerindedir sizin arazi. İsmail Bey, reis olursam çekeceğim suyunuzu, deyi yemin etti. Deli para burası, deli!”
İstemsiz, hafif bir sırıtmayla başımı salladım. Tabiatın unuttuğu başkentlerden birini İsmail Bey mi -her kimse- hatırlayacaktı da su çekecekti yaklaşık yedi kilometreden bu tepeye?
Kulaklarımızı yakan toprak tizine alışa alışa daha yukarılara doğru ilerledik. Bu tepecikten, manzara biraz olsun daha iyiydi sanki. En azından karşı köyün minaresi görünüyor, kavak tarlaları ve Işıklı Gölü’nün bir uç yeşilliği içten bir ferahlığa neden oluyordu. Sol yakamızda kalan yeni yapılmış üç tek göz ev, biraz ilerisinde duran eski model Toros ve gölgesinde susuzluktan hâlsizleşmiş, gözlerini bizden ayırmayan bir çoban köpeği… “Kim duruyor buralarda?” diye sordum içimden. İç sesim yankılanmış olacak ki ihtiyar delikanlı cevapladı bağırtıyla:
“Aha bak, Terzi Bekir de burada. Uçtaki ev onundur, yanı başı sürülmüş olan. Öbür ev Selami’nin, bu da Emircik ’ten Kiraz Ana’nın torununun. Bizim köyden biri sattı daha yeni. Adam dikiverdi hemen evi. Deli para edecek buralar, adam anasının gözü!”
O anda, evin tepesinde duran televizyon anteni ilişti gözüme. Ciddiye almışçasına sordum birden:
“Anten ne iştir, hani yoktu buranın elektriği, suyu?”
“O da gelecek beyim, İsmail Bey söyledi. Kur antenini, koy televizyonunu, aç radyonu bahçene, yat koltuğa. Oh, püfür püfür…”
Rüzgâr sessizliğini boğan bağırtıyı duymuş olacak ki Terzi Bekir denen adam çıktı geldi evden. Selamünaleyküm faslından sonra kabaca bir resmiyetle girdi muhabbete Bekir Efendi:
“Hoş geldiniz. Buyurun beyler gazoz var, buzlu daha, iyidir.”
Kimdir, nedir, ne değildir umurumda olmamışçasına düştüm diğerleriyle adamın peşine. Dışarıdaki demir somyanın gıcırtılı inlemesine aldırmadan oturduk üzerine aniden. Çok yabancı kalmayayım diye atladım konuşmaya hemen:
“Buraya kadar yol var mıydı ya arabayla geliş için?”
“Var tabii, Sığırkuyruğu’ nun oradan dolanman lazım. Dik yokuştur ama çıkar bizim emekli.”
Dumanını göğe salıp devam etti:
“Ben de antredeki duvara badanaya geldim. Sabahtır bitmez, uzadı. Su olmayınca gıdım gıdım gidiyor iş. Buralı mısın?”
“Buralıyım aslında,” dedim, kendimi en yabancı hissettiğim coğrafyada. “Babamlar falan hep buralıdır. Muzaffer, sizin köydendi, öğretmen. İzmir’de doğdum ama ben. İlk gelişim daha buraya.”
“Görsem tanırım,” deyip salladı adam lafı. “Hayırdır, niye geldin? Cenaze mi?”
Yanımdaki İsmail Bey’ci köylü bana fırsat vermeden girdi konuşmaya:
“Arazi kalmış buradan, ona bakmaya gelmiş. Aşağıda, toparlağın orda, genişçe bir yer.”
“Oh,” dedi Terzi Bekir. “İyi, güzel para var orada!”
Tanrının toprağına ve suyuna paha biçen insanları hiç anlayamadım bu yaşıma kadar. Başkasına para verip satın aldığımız doğaya acaba karşılık verebilmiş miydik hiç? Hafifçe dalmışken kursaktan bozuldu kısa sessizlik:
“Kimden kaldı?” dedi Bekir Efendi, gazozları doldururken.
“Bilmem, çevirmiştir dedem bir vakitler. Severdi böyle antika işleri.”
“İyidir iyi, dikiver evi hemen. Gücün yoksa temeli at, kalsın öyle. Büyükşehir olmadan yıkmak lazımdır betonu. Çok para edecek buralar, çok!”
“Yok,” dedim. “Kalmak gibi bir niyetim yok. Öylesine bakmaya geldim sadece. Köyden de birkaç tapu işi var, onları halledip İzmir’e dönmem lazım.”
“Ne iş tutarsın sen?” diye sordu aniden, en korktuğum soru hep bu olmuştu.
“Şairim!” diyebildim sadece.
Sessizlik oldu, herkes gazozundan yudumladı. Bu sefer de ben bozdum durgunluğu:
“Nereden geldi ki aklınıza bu tepeden arazi almak? Niye özellikle bu tepe, her taraf ova iken?”
“Biz almadık ki,” dedi Bekir çenesini silerek. “Dededen, ebeden kaldı bize. Onlara da Köse Dayı vermiş.”
“Köse Dayı?” dedim ani bir merakla, düşünmeden.
İlk konuştuğum ve adını hemen unuttuğum köylü de ezberlenmiş hikâyeyi anlatmak için gerildi ve dökmeye başladı kelimeleri:
“Evvelden Köse Dayı adında bir adam varmış. Zebil üst başla bizim köye gelmiş, Haydan’a,” Elindeki sigarayı ateşleyerek devam etti: “Fakirmiş bu adam, öyle bellemiş eskiler. Üst baş etmişler, karnını doyurmuşlar. Bir ay kadar kalmış bizim köyde, muhtarlıkta. Sonra, duruverirken kaybolmuş dede. Devletten adamlar gelmiş, tapudan, bir zaman sonra. Köse Dayı’dan size arazi kaldı, herkesin yeri aha şurası burası, deyi. ‘Hızır’ derler dayıya eskiler. Yaradan işine karışmak olmaz. Bana baktılar, deyi hep burayı dedemize, ebemize verivermiş Dayı. Şimdi de elektrikle su gelecek, değerlendi buralar.”
Her coğrafyada hemen hemen benzer hikâyelere rastlasam da içinde belki dedemin de var olduğu bu hikâyeyi dikkatle dinledim. Zaman geçmeden çakmağımın sesi duyuldu.
“Ondan,” dedi. “Ondan Köseler Dağı deriz buraya. Köse Dayı’nın adıdır da o yüzden yani. Sen ne yapacaksın araziyi evden başka? Senin orası düzlüktür, iyi para eder. Satacaksan hemen alıcı bulursun ha, kaparlar elinden.”
“Bakarız,” dedim. “Zaman gösterir.”
“İnsanın burada ne işi olur? Ne yer, ne içer, nasıl yaşar?” diye geçirdim içimden kavak tarlalarını izleyerek.
Akşam olmadan tepeden aşağıya kadar indik dördümüz, arabanın yanına. İkisi, “Biz Bekir’le döneriz, zahmet etme!” deyip yalnızlığımla yollara bıraktılar beni. Tam da arabaya binerken İsmail Bey’ci köylü bağırdı arkamdan kırçıllı sesiyle:
“Beyim bak, ev yapmayacaksan sat bana araziyi! Nasıl olsa gelmem, dedin. Satıver gitsin, bana münasiptir!”
“Bakarız.” diye tekrarlandım. Aracı çalıştırdım. Dikiz aynasından, üçünün de ardımdan konuştuklarını sezdim. Konunun yine para, elektrik ve su olduğundan emindim. Bildiğim en olumlu özelliğimle gülümsedim kendi kendime.
Kırdım direksiyonu göl tarafına. Başka gidilecek yol, yol değildi kavaklıklardan öte. Bir daha da ne Köseler Dağı’nı gördüm ne o adamları ne de kavakları.
Hakan Unutmaz