İstanbul’da oturuyorduk. Babamın Eminönü
Postanesinde memur olması dolayısı ile ailece oraya yerleşmiştik. Zaman zaman
anneannem de bir aylığına yanımıza geliyordu. Biz de şubat tatillerinde
Adana’ya gidiyorduk. Babam çalıştığı için bizimle gelemiyordu. Babam, Varan otobüs
firmasından aynı hizadan dört kişilik yer alıyordu. Böylece annem biz
evlatlarını kontrol altında tutabiliyordu. En büyüğümüz ablamdı, ilkokul ikinci
sınıftaydı.
Eskiden İstanbul’dan Adana’ya direk
otobüs yoktu ki hep Ankara aktarmalı oluyordu. Gecenin bir saatinde “Hadi,
uyanın yavrularım, Ankara’ya geldik.” diyordu annem… Biz dört kardeş uykulu gözlerle sendeleyerek
iniyorduk otobüsten. Valizlerimizi alan annem Adana’ya gideceğimiz diğer
otobüse yüklüyordu. Terminalde elimizi yüzümüzü yıkayıp biraz dinlendikten
sonra Ankara’dan Adana’ya götürecek olan aynı firmanın otobüsündeki
koltuklarımıza yerleşiyorduk. Eskiden otobüslerde bayan hostesler olurdu. Son
derece güzel, şık, bakımlı ve genç bayanlardı bu hostesler. Çiklet, şeker,
kolonya ikram ederlerdi. Bizi de çok severlerdi. Bir keresinde torununa kocaman bir konuşan
bebek alan dede ve nine vardı arkamızdaki koltukta oturuyorlardı. Hostes abla
“Çocuğa da şeker alın.” deyince hepimiz çok gülmüştük. Bebek sahici gibiydi. Bu
anımızı hiçbirimiz unutmadık. Adana’da bu olayı anneanneme de anlatmıştık
gülerek…
Anneannemi de Adana’yı da çok
seviyordum ama o büklüm büklüm yollar beni mahvediyordu. İstanbul- Adana veya
Adana- İstanbul hattındaki her yolculuk benim için kâbus oluyordu. Tam çok
şükür ki istifra etmeden idare ettim derken Torosların bükümlü yolları midemi
alt üst ediyordu. Gülek Boğazını geçtikten sonra “Az kaldı kızım, biraz daha
dayan.” diyordu annem… Ama ne mümkün! Otobüsün muavini naylon torbayı zor
yetiştiriyordu bana… Çok utanıyordum ama elimde olmayan bir durumdu. Şeker Pınar’ında
mola verildiğinde elimi yüzümü yıkadıktan sonra dahi bir türlü kendime gelemiyordum.
Bu meşakkatli yolculuğun bir an önce
bitmesi için dua ediyordum. O duaları anneannem bize öğretmişti. Henüz okul
çağına girmemişken bizleri dizinin dibine oturtur, sabırla dua ve sure
öğretirdi. O yaşta belleğime kazınan o duaları hiç unutmadım ve anneannemi her
duamda hep rahmetle hatırlıyorum.
Adana’ya vardığımızda dedemden kalma
evde anneannemle oturan o zamanlar bekâr olan Yaşar dayım bizi karşılıyordu. Bazen
de Yaşar dayımın kalfası Ali Ağabey bizi karşılamaya gelirdi. Adana’ya varınca
derin bir oh çekerdim. Hayatta en çok sevdiğim insan olan anneannemi göreceğim
için adeta kanatlanırdım. Anneannem ile Osman dedem amca çocuklarıymış. Annem
ortaokulda okurken babasını kaybetmişti. Kalp krizi ile gelen bu ani ölüm
aileyi derinden sarsmış. Genç yaşında eşini kaybetmiş bu asil kadın paşa torunu
imiş. Kilis’te aileden kalma bağları bahçeleri satarak iki evladını büyütmüş.
Kızı (Annem) Adana Kız Lisesi’ni bitirir bitirmez çalışma hayatına atılmış.
Oğluna da elektrik, elektronik hevesi olduğu için kızının da katkılarıyla
dükkân açmış.
Dedemi hiç görmedim. Dede sevgisi
nedir hiç bilmem ama bu mübarek kadın benim bütün hayatımın merkeziydi. Beş
vakit abdestinde namazında bir kadındı. Fedakârdı. Evlatlarını, torunlarını
canından çok severdi. Yalan nedir bilmezdi. Kıvırmadan, eğip bükmeden konuşurdu.
İki yüzlülükten uzaktı. Kimseye yaranma kaygısı yoktu. Hayatımda örnek aldığım
ilk insan odur.
Anneannem namaz kılarken ben de
seccadesinin yanında yerimi alırdım. Onu taklit etmeye çalışırdım. Hangi
duaları okuduğunu bilmediğimden ben de dudaklarımı oynatırdım. Onunla beraber secdeye
kapanıp onunla beraber kalkardım. Onun yüzüne dikkatlice bakmam onu güldürürdü.
“Namazım bozuldu Emel şu kızını yanımdan al.“ diye beni anneme tatlı tatlı
gülerek şikâyet ederdi ama hiç azarlamazdı. Ben ondan tek kötü söz duymadım.
Ses tonunu yükselttiğine de rastlamadım.
Onu hiç boş otururken görmedim. Yünden
veya orlondan şal işlerdi. Bazen de şimdi peçvörk dedikleri parçalı bohçalardan
dikerdi ya da dikilen elbiselerden artan yeni kumaş parçalarını ince ince
keserdi. Renkleri uygun olacak şekilde
birbirlerine dikip bir ip haline getirirdi. Bunlar kocaman toplar haline
getirildikten sonra yolluk dokuyanlara götürürlerdi. Anneannem iğneyi yere düşürdüğünde beni
çağırırdı: “Senin gözün çok iyi görür. İğnemi bulur musun?” derdi. Anında
bulurdum yerde ışıldayan dikiş iğnesini. Anneannemin yanına otururdum, ona
kendimce yardım ederdim.
Yıllar böylece geçti. Dayım evlendi ve
anneannemle aynı evde oturmaya devam etti. Anneannemin tek kızı olan anneme
özlemi dinmiyordu. Yüksek tansiyon sorunu vardı. O da yetmezmiş gibi göz
tansiyonu da çıkmıştı. Gözlerini kaybetmişti bu yüzden. “Kızım, ölüp gideceğim.
Cenazeme bile yetişemeyeceksin.” deyince babam tayinini Adana’ya istedi. Annem
bana hamileyken o ev yaptırılmış. Biz İstanbul’da iken evimiz kiradaydı.
Kiracımızı evimizden çıkartmıştık. Biz de anneannemden bir sokak ilerideki mülk
evimize yerleşmiştik.
Her fırsatta anneannemi görmeye
gidiyorduk. Kız kardeşim günebakan çekirdeğini çok seviyordu. “Nine para ver,
çekirdek alacağım. Yirmi beş kuruş ver yoksa on kuruş ver. ” diyordu. Kardeşimin
istediği parayı ona veriyordu, o da bakkala bir külah çekirdek almaya
gidiyordu. Oldum olası meyveyi çok severim. Akşam yemeğinden sonra dayımın
odasına getirdiği meyveleri ninem pek yemiyormuş, başucundaki komedinin
çekmecesine koyuyormuş. Her gittiğimde
çekmeceden meyveler çıkarıp veriyordu bana… Ben de büyük bir iştahla yiyordum.
“Kızım, öğretmen ol. Ben öğretmenlere hayranım.” diyordu. Ben de elmamdan koca
bir ısırık alıp “Bana ne ben öğretmen olmayacağım.” diye itiraz ediyordum.
İstanbul’dan Adana’ya yerleşmemizden
birkaç ay sonra 4 Aralık günü anneannem hayata gözlerini kapadı. O güne kadar
ölüm nedir bilmiyordum. Arkadaşlarımın “Ninem öldü, dedem öldü.” sözlerinin ne
anlama geldiğinin bile farkında değildim. Anneannemin ölümü bir tokat gibi minik
yüreğimde patladı. En sevdiğim insanı kaybederek tattım bu acıyı… Onu bir daha
görememek fikri kabullenilemez bir gerçekti.
Anneannem öldükten sonra da çok gittim
dayımla yengemin oturmaya devam ettiği eve. Emine Yengem beni çok seviyordu.
Çok da iyi davranıyordu. Pişirdiği muhallebilerden, sütlaçlardan ikram
ediyordu. Meyve de çıkarıyordu yemem için… Ama ne ikram ederse etsin hiçbirinde çekmecedeki
meyvelerin tadı yoktu. Keşke yine İstanbul’dan Adana’ya yaptığımız o yorucu
yolculuklarımız olsaydı da ninem sağ olsaydı. Ah keşke öğretmen olduğumu
görebilseydi. Onu inatla kızdırmaya çalıştığım “Öğretmen olmam ben!” sözümden
pişmanlık duyduğumu söyleyebilseydim! Hatta onun ruhunu şad etmek için öğretmen
olduğumu da haykırabilseydim! Keşke… Keşke… Keşke…
Harika
Ufuk