0

                             

Ah… Şu kahrolası öksürük! Gecelerdir bırakmıyordu yakasını. Ona günlerdir söyleyemedikleri boğazına yapışmış, öksürük olup işkence ediyordu ona.

-Döneceğim ben sana, diyen kısacık mesajdan sonra anlamıştı. Öylesine acıydı ki. Telefonun suskunluğu sessiz bir küfürdü sanki. Ah bu acıtan sessizlik…

Tıpkı bahçesindeki o dut ağacı gibiydi öksürüğü. Ne inatçı ağaçtı o öyle. Öksürüğünden bin beterdi. Her yaz ön bahçesi dut yağmuruna tutulur, ekşi bir koku ve sinek basardı her yeri.

Zar zor tanıdıklarına sordurup, adam bulup, budattırıp, dalları en derinden kestirmesine rağmen, baharda yeniden coşar yeşillenir, deli gibi meyve verirdi. Öksürüğü de dut ağacı gibi azimliydi. Ölmezoğlu ölmezdi o ağaç gibi.

Her şeyi denemişti. Sonunda söylene söylene o sağlık ocağının yolunu tuttu yine. Girip o minik, komik kutudaki kırmızı düğmeye basıp sıra numarasını aldı. Kutu, dil çıkarır gibi verdi numarasını.

 -389? Bekleyelim bakalım…

Beklemekten sıkılıp hava almak için tam dışarıya çıkmışı ki, gözleri yaklaşan beyaz panelvan arabaya takıldı. Şaşırdı. Gelen oydu. Yanındaki de elbette karısı olmalıydı. Tuhaf bir şey diye geçirdi içinden. Bu sağlık ocağına iki yıldır gelir giderdi. Adamı da tanıyalı yıllar oluyordu artık. Ama hiç rastlamamıştı eşiyle ve çocuğuyla ona daha önce. Gariplik şuradaydı; Onunla aralarında geçen o ‘şeyden’ sonra bunun olması, iki yıl boyunca hiç olmaması? Şimdi olması? Tanrının şakalarından biri miydi bu zamanlama?  Hayat ve tesadüfler münasebetsizce cart diye tokuşturuveriyorlardı insanları yumurta gibi. Lunaparktaki çarpışan arabalar misali ‘pat!’ diye çarpışıvermişlerdi burada.

-Merhaba.

-Aa… Merhaba, üç kişi daha var sırada, diyebildi ancak ve pıt diye dışarı kaçtı. Sadece adam ve ailesiyle değil, korkularından biriyle de çarpışmıştı çünkü. Hiç sevmezdi insanları aileleriyle görmeyi. Serseri kurşun gibi tek başınalığını, yalnızlığını hayat yüzüne vuruyormuş gibi hissederdi öyle zamanlarda. Artık refleks olmuş o hareketiyle hemen kulaklıklarını taktı. Kulaklıkları ve müziği dış dünyaya karşı zırhı gibiydi. O kulaklıklar sayesinde duymak istemediği şeyleri duymuyor, şarkılarıyla başka bir dünyada yaşıyordu o… Bir kulaklıkları, çok sevdiği hayvanları, bir de anası… Onların yardımıyla bu hoyrat, acımasız ve kimseyi dinlemeyen, sağır dünyaya karşı o da sağır olmak istiyordu. Onlar onun dış dünyaya karşı kabukları ve zırhıydı. Kulaklıklarını bir demirbaş gibi alırdı yanına. Cüzdanını unutur ama onları unutmaz, almadan asla çıkmazdı. Kulaklıklar, bazen de alkol.

Binanın önünde volta atmaya başladı. Bir taraftan da ekrana bakıyordu. Dışarıya çıkmadan önce adamı ve ailesini iki dakikalığına belli belirsiz hayal meyal görmüştü. Adamın yıllardır aşina olduğu tanıdık yüzü ve yanında siyah, kadifemsi ince bir siluet. Koyu renk saçlı, hafif minyon, narin yapılı bir kadın, genç bir kadının siluetiydi bu. Yanlarında bir de çocuk olmalı diye düşündü. İnsanların ailelerine, hele ki çocuklarına hiç bakamazdı. Annesi ve babası yanında olan çocukların hepsine karşı bir kıskançlık hissederdi. Bu yaşta bile, hâlâ hissederdi bunu. Bu içerdeki çocuk da şanslı bir çocuk olmalıydı. Adamın çocuğuna olan sevgisini görünce kendi babasına sessiz küfürler saydı yine…

Allahtan bir kütüğünü lütuf buyurmuştu da gayrimeşru değildi bereket. Kafa kağıdındaki baba adı hanesini dolduran adam… Çok sevdiği dedesi bir kere bile nüfus cüzdanı demezdi ninesine inat. Hep kafa kâğıdı derdi ona. Adamın bir lüksü, tek keyfi tütünüydü. Tütününü sarıp içerken hiç rahatsız edilmek istemez, tütün içerken gürültü yapıp onu rahatsız ettiler miydi, tepesi atıp, aniden bastonunu bırakıp fırlar;

‘’Gidin başımdan lan! Sizi gidi gavurun kopilleri! Gidi gavurun tohumları sizi! ‘’ diye bağırırdı onlara. Çocukken onlara öyle bağırması ne fiyakalıydı dedesinin, Hulusi Kentmen gibi… Hey gidi dedem hey.

Bir anasını bilmişti, bir de dedesini. Dedesini babası sandı uzun bir zaman. Büyüyünce öğrendi sonra, aklı erince… Öğrenmek zorunda bırakıyordu hayat onu ve pek çok şeyi… Anası her zaman oradaydı bereket. Berikinin ne suratını görmüştü ne de sıfatını. Sokakta tesadüfen rastlaşsalar Yılmaz Güney filmi gibi olacaklar, tanımadan geçecekleri birbirlerini. Hayatın komik bir şakası daha.

Koskoca Lev Tolstoy diye geçirdi içinden, dev yapıtı ‘’Anna Karenina‘’  yı şöyle başlatmış;

‘’Mutlu ailelerin hepsi aynıdır, birbirlerine benzerler. Mutsuz ailelerin ise hepsinin farklı bir hikayesi vardır. ‘’

İçerideki manzaraya yeniden baktı. Adam, kadın ve çocuk. Kutsal üçlü… Bir fotoğraftı onlar… Kendininkini düşününce bir sigara yaktı. O, annesi ve kütüğünde ismi yazılı olan o gizemli adam… Üçü asla bir araya gelmemişlerdi o içeridekiler gibi. Gelmeyeceklerdi de… Hiçbir fotoğrafta ve hiçbir anıda yoktular onlar. Var olmayan hatıralar…

Bunları düşünürken, ekranda numarasının yandığını gördü ve sevinçle içeri daldı. Fena bir adam değildi doktor. Ciğerleriniz iyi dedi. Sevindi bu cümleye. Çok sürmemişti işi. Doktorun odasından çıktığında, onu selamlamak için durdu. İyi günler dilemek için. Uslu, mesafeli, buruk, edepli bir iyi günler…

 – İyi günler. (Ve yine o zoraki uslu ifade…)

 -İyi günler… Ona mı öyle gelmişti, yoksa tatlı bir gülümseme mi vardı adamın yüzünde, sadece ikisinin bildiği bir sırrı bilmenin muzip gülümsemesi mi yoksa yalnızca bir nezaket gülüşü mü?

Tabi ki ikincisidir dedi içinden. Kapıya yönelip çıkarken, içinden bir merak geçti. Tolstoy’un bahsettiği hangi ailelerdendi acaba onlar? Maalesef yine ikincisi olmalıydı. Adamın yüzündeki sıkıntılı ifadeyi anımsadı. İkincilerdenseler acaba onların hikayesi nasıldı? Adamın o akşam, geçmişindeki o kızı anlatırken, sesinde duyduğu o yarayı hatırladı. Sesinde bir yara vardı adamın… Sert bakışında bir küskünlük…

Aklından bunlar geçerken kendine son bir şarkı daha açtı, ah o canım eski şarkı…

Şarkıyı mırıldanırken, adamın da o şarkının ismindeki manidarlığı anlamasını ve anmasını diledi. Yeniden ve yeniden…

‘’Hatırla sevgili… O mesut geceyi…

Pencerenin önündeki o defnenin ardında… Verdiğin buseyi…’’    

 Ayşe Özge Özdil.

Leave a Comment

İlgili İçerikler