Güz
çiçekleri gibi soluk renkli berjer koltuğundan kalkıp, yılların eskitemediği
terlikleriyle bütün gün çalışıp, koltuğunun altına sıkıştırdığı iki sıcak
somunla ümitsizliğine yürüyen yorgun bir inşaat işçisi gibi gitti, camı kapattı.
“Bu kış çok çetin geçeceğe benziyor Gülseren.” dedi. Hatıraların üstündeki tozu
silkeler gibi elindeki tozu bir öfkeyle silerken, nedensiz bir hüzün gelip
gözlerine oturdu. “Güneşin çok acelesi varmış gibi çok erken terk etti bu yıl
sonbaharı. Çiçekler dalları, yapraklar ağaçları, çimenler toprağı umduklarını
bulamamışlar gibi terk ettiler.” Güldü.
“Yine çenem düştü çok konuşuyorum değil mi Gülseren?”
Acıkmıştı.
Yıllarca kürek mahkûmluğu yapmış birinin ayaklarının itiraz edişi gibi ayakları
yürümeyi reddediyordu. Gebe kedilerin sakinliğiyle mutfağa doğru yürürken bugün
kendini iyi hissetmediğini bir kez daha fark etti. Dolabı açtı, yemek yapacak
ne sebzesi vardı ne isteği. Tabağın etrafında kurumuş, sarımsağa dönmüş peynirleri
çöpe atarak kalan peyniri ekmeğin arasına koyup yedi. “Zaten artık çok az
yiyorum Gülseren, canım bir şey çekmiyor yanlış anlama.” dedi mutfaktan savaş
mağduru küçük bir çocuk gibi çıkarken.
Tekrar
gelip koltuğuna yığılıp kalmadan; ucundan kıyısından görünen, mutsuz bir gelinin edasıyla kendisine göz
kırpan denize baktı. Deniz lacivert ve çok dalgalıydı. Bilinmeyen bir tarihin
lanetli şehrinin öfkesini içinden atmak istercesine sahile vuruyordu kendini.
Bu gece fırtınayı getirecekti yanında emindi buna. Yine o anlam veremediği
hüzünler yer etti yüreğinde. Yemek tabağına yaklaşan kediyi kovalarcasına
içindeki hüznü kovmak için kalktı gramofonun yanına gitti, taktı bir Müzeyyen
Senar 45’liği. Gökyüzüne çivilenmiş gibi kalakaldı. Ne yürüyebiliyor ne
uçabiliyordu artık. Ne zaman bu gramofonu çalıştırsa o, hayatının en acı gününü
hatırlıyordu. “Sana da aşina geldi mi Gülseren?” dedi. Gülseren, yüzünde hiç eksik olmayan bebek gülüşüyle,
çağlayanların gelip, bakışlarında duraladıkları gözleriyle ve sonsuzluğa uzanan
gerdanına iki kaleyi andıran omuzlarına dökülen at yelesi zifir saçlarıyla ona
bakıyordu.
Evliliklerinin
birinci yıldönümüydü. Mahir Bey, elindeki hediye paketiyle kapıda Gülseren’e
uzun uzun sarıldı. İlkbahar yumuşaklığında buseler kondurmuştu yanağına.
Gülseren heyecanlı, zamansız açan çiçekler gibi telaşlı, kaymaktan yok olmaktan
korkan yıldızlar gibi parlak, asaletini gücünden alan güneş gibi sıcacık,
dokunsalar ağlayacak bulutlar gibi nazenin. Mahir Bey’i gramofonun başına kadar
gözlerini kapatarak getirdi. Mahir Bey gözlerini açıp karanlığın içindeki küçük
pırıltılar kaybolduğunda gördüğüne inanamamıştı. Çok istediği gramofon mistik
çağlardan kopup gelen bir denizkızı gibi kendisine gülümsüyordu. Bir kaç
şarkıyla zafer sarhoşu bir silahşor gibi dans ettikten sonra “Çok zor
durumdayız, elimizdeki her şeyi bu evi alabilmek için elden çıkardık. Bunu
alacak parayı nerden…….”cümlenin sonunu getiremeden, Gülseren’in bir çift
bulutu andıran gözleriyle göz göze geldi. Aldı bakışlarını Gülseren, bıraktı uzaklara.
Pencereden bir şeyleri görmek istercesine uzun uzun didikledi karanlığı. Nice
sonra yemenini tuttu attı başından, usulca o an elindeki hediye paketi yere
düştü. “Saçlarımı caddenin sonundaki kuaföre kestirip ona sattım.” dedi. “Olsun
bir daha uzar, kökü bende zaten.” dedi.
Dedi…
Dedi…
Daha
neler neler dedi de Gülseren, duyan kim? Dipsiz bir kuyuya düşmüştü de Mahir Bey
vaveylasını kimseye duyuramıyordu. Ama kendisi de yanı başındaki maralın
mırıltılarını duymamak için kör kuyuların sonsuza kadar üstüne kapanmasını isterdi.
O, Gülseren’in upuzun at yelesi gibi saçlarına âşıktı. Geceleri o saçlara yüzünü
gömmese uyuyamazdı. Olayı kilimin altına süpürmek isteyen Gülseren “eeee sen
bana ne aldın bakalım, ver hediyemi” deyince hıçkırıklara boğuldu Mahir Bey.
Ölü bir kırlangıç gibi yerde yatan paketi alıp açtı Gülseren. Aylardan beri
istediği incili tokayı kutuda görünce sanki haylaz rüzgârlar gelip gözlerindeki
bulutları dürtüklemişlerdi. Sabaha kadar birbirlerine ihanet eden iki suçlu
kader ortağı gibi sarılıp ağladılar.
Saçı
uzayan Gülseren sonraki yıllarda saçından incili tokasını hiç çıkarmadı. Ve
tokanın dişleri gibi değil büyük bir çarkın azılı dişleri gibi birbirlerine
sımsıkı kenetlendiler. Bu evde biri kız biri erkek iki çocuklarını, umutları
gibi sevgileri gibi geleceğe dair planları gibi katmer katmer büyüttüler. Bu
evde yaşlandılar, bu evde öleceklerdi.
Çukura
kaçmış gözleri yaşlarla doldu Mahir Bey’in. “Çok sulu göz oldum değil mi, her şeye
ağlar oldum değil mi Gülseren?” dedi, gülümserken ona Gülseren. Çok yokluk
çektiler, çok yarı aç yarı tok yatmak zorunda kaldılar bu bahçe içindeki iki
katlı evi alabilmek için. Şimdi çocuklar ona küskün “Şehirde bir apartmana
yerleştirelim seni, müteahhitte verelim evi ne güzel bir villa olur” diyorlar.
“Hayır,” diyor Mahir Bey. Bedenim, kelebeklerin kanatlarında çiçeklerin
tozlarına bulaştığında, nefesim ağaçlarımın kokusuna bulaştığında, gelin ne
yaparsanız yapın, dedi.
“Çocuklar
mı? Ah Gülseren ah, ne hayırsız evlatlarımız var. Oğlun olacak Burak on gündür
alışveriş yapmadı bana, kızın olacak Ezgi bir haftadır gelip kirlileri atmadı makineye,
bir kaşık çorba yapmadı bana. Ne çok özledim seni Gülseren, bilsen koşa koşa
geri gelirdin cennetteki billurdan köşenden.
Kalktı,
ağlamaklı odasına giderken balkon kapısını rüzgârın öfkeyle vurduğunu gördü. Kapıyı
kapatırken bahçeye şöyle bir göz gezdirdi. Onu bu parıltısı sönmüş bir yıldız
olan dünyada bahçesi kadar mutlu eden başka bir şey kalmamıştı. Onlara bakar, sular,
temizler, onlarla saatlerce sohbet ederdi. Cennet yavrusu bahçesi de üç ay önce
cenneti tercih eden Gülseren Hanım’ın bu dünyadan sessizce el etek çekişine
şahit olmuşlardı. Ve Mahir Bey ile günlerce yas tutmuşlardı. Çiçekler solmuş, dallar
zamansız yapraklarını dökmüş, kuşlar ebedi uykuya dalmışçasına susmuş, toprak
kan kusmuş, bahçe hayattan her gün adım adım uzaklaşmıştı sanki.
Ama bu
gece bir başka göründü bahçesi gözüne. Çiçekleri şarkı söylüyor, ağaçlar dans
ediyor, rüzgâr bile hangi tarih öncesi çağlardan alıp getirmişse garip bir ezgi
tutturmuş kendince söylüyordu.
Sulardan
soğuk, geceden zifiri yatağına girdiğinde hatırlamıştı ilaçlarını içmemişti.
Olsundu Gülseren’inden ayrılışının 96.gecesi ve yeterdi vuslat vakti gelmişti.
Özlemişti titreyen elini, sızlayan dizini, gören gözünü, çarpan yüreğini.
Gecenin
en zifiri saatinde uyandı, etrafına bakındı, hiçbir şeyden ışık yansımıyordu. Elektriklerin
soluğu kesilmişti, kapılar ve pencereler anlamsız bir kavganın eşiğinde deli
gibi bağrışıyorlardı sanki. Şiddetli fırtına birilerinden kaçarcasına içeriye
sokulmak istiyordu. Mahir Bey el yordamıyla yataktan kalkıp kapıyı buldu,
balkon kapısına yöneldi. O an olduğu yere çakıldı. Anlamsız bir korku gelip
oturdu yüreğine. Göreceklerinden korkarcasına kapıya yaklaştı, cennet kopyası
bahçesi ateşle yanmış, suyla balçıklaşmış, taşla yoğrulmuş gibiydi. Fırtına
tarumar etmişti Gülseren’den geri kalan kırıntı hayatını. Mahir Bey, yıkıntılar
arasında bir siluet gördü sanki. Beyazlar içinde at yelesi gibi zifir saçlı, masum
bakışlı, bebek gülüşlü biri. Tanıdı; kendisine uzanan eli tutmak için koşar
adım ilerledi. Tuttu pamuktan yumuşak ellerini, avuçlarına aldı. Gülseren,
gülleri kıskandıran gülümsemesiyle avuçlarını açtı. İncili tokası elindeydi. El
ele tutuşup cenneti imrendiren bahçede kelebek kanatlarında kayboldular.
Günler
sonra çilingirin yardımıyla açılan kapıdan içeri giren Burak ve Ezgi hiçbir
yerde babalarını bulamadılar, telaşla her yere baktılar, nitekim Ezgi’nin
balkondaki çığlığıyla her şey anlaşıldı. Mahir Bey, balkonun hemen altında yüzükoyun
kurumuş kanlar ve parçalanmış çiçekler içinde yatıyordu. Dudaklarında anlamsız
bir tebessüm gözlerinde uzaklara dalıp giden bir çocuğun huzuru, sağ avucunda Gülseren’
in incili tokası.
Emine Peker Şansal
Related
Müthiş bir öykü.Resmen yaşadım okurken…Yüreğinize,kaleminize sağlık