0

Kadim şehir İstanbul’daydı, oysa o günün sabahında, akşamın geç saatlerine kadar birçok etkinlikte bulunmuş, farklı görüşmeler yapmıştı, eve geldiğinde tabir yerinde ise endazesi şaşmış bir halde idi. Bu dünyaya ait olmayan bir makineye bindi, İzmir’de, üç kişiydiler, ayakta duruyorlardı, araç yerde değil sanki havada yol alıyordu, hiçbir şey his etmiyorlardı.

Bir zaman sonra, İzmir’ i çıkıp Manisa’ya doğru yol aldıklarında, henüz eski zaman yolu, sabuncu beli tüneli yoktu, tabir yerindeyse, kağnı yolundan gidiyorlardı. Sanki zamanda yolculuk gibiydi, her şey hızla akıyordu. Tarih, coğrafya, fizik, kimya ve içteki edebiyat… Akıp gidiyordu, film şeridi gibi içlerindeki dünyalarında ve de göz retina tünellerinde, evet evet tünellerinde, tıpkı kapkaranlık bir tünel misali bir ortam vardı, sos imdat cihazlarının duvarda asılı olduğu hatta çalışıp çalışmadığı bile belli olmayan ahizeler gibi.

Neden sonra, birden vadideki Spil Oteli’nin silueti gözüktü, hani bütün haşmetiyle Manisa’nın üzerinde arzı endam eden, Akhisar’dan ve de İzmir’den şehre doğru gelirken, hazır kıta ya da jandarma karakollarında tutulan 9/21 nöbetçisi gibi, hiç ayırt etmeksizin, güneş misali herkesi ama bile istisna herkesi selamlayan Spil Dağı… Rivayet o ki, Hindistan’ lı bir asker olan Tarzan’ın mesken tuttuğu mekân. İşte oranın adını taşıyan otelin karşısına geldiklerinde, sanki havadayken, denize inerken, ayakları suya değen bir martı gibi, aklı başına devşirilmiş olacak ki; yanındaki şoföre “Söyle yavaş olsun, üzerinde olduğumuzu bilsin.” dedi. Üçü birden topukları ile tavana vurdular, şoför mesajı almıştı, bir iki hamle ile aracı sağa çekti, indiler, meramlarını anlattılar, o ara aracın ön tarafı üç kişilik olduğundan, kaptanın yanındaki yanaşınca, bir kişi atladı, kaldılar mı iki kişi? Biraz sonra da Selçuk’ta arka vagonda açık olan dar kapıdan bindi, çıkarken de söyleniyordu kendi kendine“Hayvanlar bizi vursunlar da kurtulalım” dedi. Kader bu ya; yalnız kaldı bu dem.

Can havliyle koşturdu, makinistin önüne, bu sefer o esrarengiz araç bir kara trene dönüştü. Bukalemun renk değiştirir ya, bu araç da konsept değiştiriyordu galiba. Makinist yarı açık olan camdan kafasını uzattı ve “Ne oldu?” dercesine, sağ baş parmağını, sol kulağına götürdü, o da can havliyle“Arka vagonlarda yer var mı?” diye sordu, Makinist aşağıya indi, gel benimle, dercesine, elini yelpaze gibi ileriye doğru salladı, o önde, Sefa arkada gittiler, kalabalıktı, bir anda önünde giden makinisti kaybetti, buyrun şimdi ne yapacaktı, herkesi kaybetmişti, bir yere geldi, sürünerek geçmesi gereken bir yere, denedi, denedi her seferinde, duvara çıkmaya çalışan bir kedinin inadı ve azmi ile, fakat olmuyordu, galiba olmayacaktı, pes etmek üzereyken aklına, telefon açmak geldi, hızlıca doğruldu, bir çırpıda, iki elini birden, iki arka cebini kontrol etti, o da ne? Biraz önce arka cepte duran telefonun yerinde, yeller esiyordu, çıldıracak gibiydi, zira son jokeri de elinden gitmişti. Vücudunda bir ağırlık his etti, sıçradı, kendine gelince, derin bir “Oh! çekti, çünkü gördüğü bir kabustu, Allah’a şükür etti, uzun bir zaman battaniyenin altından çıkamadı.

Mevlüt Güler

Leave a Comment

İlgili İçerikler