İZMİR İSTANBUL’DAN DAHA MI GÜZEL? Kitap imzalamak bahanesiyle, seni görmek için yollara düştüm. Yorucu bir yolculuktan sonra işte geldim. Merhaba İzmir. Şöyle bir baktım...
Masanın üzerindeki dağınık puzzle parçaları, her şeyi açıklıyor gibiydi. Onun hayatı,fabrikadan bozma bir oda ve beton duvarların küf kokusuydu.Kutuların üzerine istiflenmiş birçok kitap, kalın toz tabakasıyla kaplanmış, biri dokunsa çürüyen yaprakları dökülecek gibi duruyordu. Tuvalet kapısından başlayıp odanın içine kadar devam eden kırmızı renk, bugünün nasibiydi. Beyaz eldiveni eline geçiren bir polis, masanın üzerindeki kafayı kaldırıp yüzüne baktı ve tekrar koydu. Kafasının arkasındaki deliğe bakarak, durakladı. Yanındaki yardımcısına dönüp,
“Tek vuruş, tek mermi.” Dedi
.
Olay yeri inceleme gidince yalnız kaldı ev. Sessiz ve sakin…
Yüzüne dökülmüş perçemi, bembeyaz alnı, iri burnuyla adeta gözlerimi kamaştırıyordu. O an ölmek istedim. Hayatımda görebileceğim en güzel kadındı. Dönüp bakmaya utanıyor, başımı öne eğip sağa doğru gizlice bakıyordum. Acaba gidip bir merhaba mı deseydim, bilemiyorum. Bir an cesaretimi toplayıp, yüzüne öylece bakakaldım. Dudaklarının arasından gülümsemişti. Ardından beni orada bırakıp, durakta inmişti. Peşine takılmayı çok istemiştim. Ama yapamadım. Elindeki poşeti sallayarak gidiverdi. Kalbimin bir köşesine takılı kalmıştı mavi gözleri. Bir daha görmek umuduyla her gün aynı vagona binmiştim. Günler geçti göremedim perçemli kadını. Bir parçam onda kalmıştı. Alamadım.
Bugün çay bahçesine gidip cebimdeki son parayı da zevkime harcayıp, bir şeyler içeyim diye düşünmüştüm ki, telefonum çaldı. Arayan kuzenimdi. Lafı ağzında geveledikten sonra can alıcı kısmına geldi:
“Annen ve baban kaza geçirmişler. Maalesef onları kaybettik.”
Beynimden vurulmuşa döndüm. Saniyelerin sesini duyamaz oldum. İki parçam daha eksilmişti. Geri alamazdım onları. Memlekete döndüğümde, bir arkadaşım geldi avluya. Çardakta oturmuş kahvelerimizi yudumlayıp, tatlılarımızı yerken, ağzının kenarıyla, “benim dükkânda çalışsana “dedi.
“Olur.” dedim.
Her ne kadar istemesem de paraya ihtiyacım vardı. Kabul ettim. Geceleri orada kalıyor, kitap okuyor, zaman geçiriyordum. Sabahın ilk ışıklarıyla kepenkleri açarken, bakkalın oğlu nefes nefese koşarak yanıma geldi.
“Abii… abii… Remzi amca dün gece kalp krizi geçirmiş.”
Yine olan olmuştu. Bir kayıp daha vermiştim. Ne zaman biteceğini bilmediğim bir beladır gidiyordu. Başımdan eksilmeyen kara bulutlarla birlikte cenazemizi defnettik. Geçenlerde ağzının kenarıyla dükkânı emanet eden Remzi, kimi kimsesi olmayınca dükkânı bana miras bırakmıştı.
Günler sonra her şeyi yoluna koyup odama dönmüştüm. Omzuma düşen tulumumun askısını düzelterek masanın önüne oturdum. Dünden kalan yapboza devam etmeye çalışıyordum.Birkaç parça eksik gibiydi. Masanın altını üstüne getirmeme rağmen kaybolan parçaları bulamadım. Hiçbir yerde yoktu. O sırada tuvaletin yolunu tutmuştum ki, arka kapıdan gelen takırtıyla irkildim. İçeri benden başka kimse giremezdi. Buna anlam veremedim. Kedi falandır diye pek aldırış etmedim. Masamın başına geçtim ve kalan işime devam ettim. Sonra adımlar yaklaştı, yaklaştı. Bir anda beynimi delip geçen mermiyi hissettim. Son parçayı burnumun ucunda görene dek vurulduğumu anlamamıştım. Orada yığılıp kalmışken, son parçamı da yerine koyup kollarımı iki yana düşürüverdim.
Serap İtik