KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Bitti… Rüya gibi… O naif tonton kadın, beyaz, donuk, ürkütücü bir heykele dönüştü. Çenesi bağlandı. Üzerine çarşaf örtüldü. Karnına bıçak konuldu. Evde sinek uçsa duyulacak kadar bir sessizlik başladı. Rasim, hayat arkadaşına olan son görevini içi kan ağlayarak yerine getirdi. Gülsüm’den geriye eski elbiseler, fotoğraflar, yığın yığın anı ve Rasim’i içine çekmeye çalışan kara bir delik kaldı.
Aynı gün ölü diyarının başka bir ziyaretçisi daha vardı. Trafik kazasında annesini, babasını ve kardeşini kaybeden Hülya hemşire… Nereden öğrendiğini hatırlamasa da o cümleyi artık seviyordu. Bayramlar, ölülerin de en mutlu günleridir. Hülya hemşire arife günü ailesinden kalan hatıralar ile aile mezarlığına gitti. Babası, annesi ve kardeşi için dua etti. Mezarların üzerindeki otları temizledi. Gülü sevdi. Ağlamak istemese de gözyaşlarına hâkim olamadı. Ziyaret bitince de tekrar huzur evine döndü. O yaşlı, aksi bebeklerle uğraşmak onu hayata bağlıyordu.
Canan kocasına sert bir dille;
“Bana bak, ben senin moruk babana bakmak zorunda değilim. Emeklisi var verelim bir huzur evine orada yaşasın, yoksa aklımı oynatacağım!” diye söylendi.
Oysa Rasim Bey zaten Gülsüm öldükten sonra hepten köşesine çekilmişti. Hem o devlet terbiyesi almış bir memur emeklisiydi. Üstelik birilerine yük olacak kötü biri de değildi. Okan, kuyruğunu kısmış bir hayvan gibi pısırık bir halde sesini çıkarmadı. Babama bunu nasıl derim diye düşünmedi. Sadece eşinden biraz zaman isteyip;
“Bu konuyu halledeceğim hayatım.” diyebildi.
Birkaç gün sonra… Rasim Bey kahvehaneden eve geldiğinde salonun orta yerinde iki bavul gördü. Bu soğukta nereye gidecek bu deliler diye söylendi. Merakını yenmese gelinine nereye gideceksiniz diye sorardı ya, usulca odasına gidip, yalnızlığına gömüldü. Odasında biraz oyalandı. Sonra Gülsüm’ün duvardaki siyah beyaz resmine baktı. Elini resmin üzerinde gezdirdi. Derin ‘ah’ çekti. Uyumazdı ya, yaşlanmıştı artık.
Annesinin öğrettiği ve o günden beri her gece yatmadan evvel okuduğu duayı etti, “âmin” deyip usulca yatağına uzanıp gözlerini kapadı. Deliksiz bir uykunun ardından, sabah ezanıyla uyandığında Gülsüm’ün yokluğuna gene iç geçirdi. Gece gördüğü rüyayı kime anlatacaktı? Çay içerken, rüya hakkında kiminle konuşacaktı. Lavaboya ses çıkarmadan gitti. Abdest aldıktan sonrada caminin yolunu tuttu. Oğlu ve gelini hayırsız olsa da o eve gelirken fırından sıcak ekmek almayı ihmal etmedi. Gülsüm’ün vefatından beri evde iğneli laflar edilir, soğuk rüzgârlar eserdi. Kahvaltı masasında yine böyle bir durum vardı. Rasim Bey, hem tatile gidiyorsunuz hem de yüzünüz asık, diye latife yapmak istedi. Ama karşı taraftan olumlu tepki almayınca çocuk gibi yüzü kızardı. Zaten bu arada oğlu ve gelini birbirine baktılar. Canan;
“Ben bebeğe bakayım.” deyip ayrıldı masadan.
Okan, bu utanç verici durumu yüzü kızarmadan anlatmayı denese de beceremedi. Yüzüne gözüne bulaştıra bulaştıra anlatmaya çalıştı. Rasim evladına kırıldı, evet ama bunu belli etmemeye çalıştı. Belli etse ne olacaktı ki gerçi. Boğazına dizilen lokmalar mı rahat inecekti midesine? Rasim masadan kalktı. Peşinden de oğlu. Huzur evine giderken arabada kimsenin ağzını bıçak açmadı. Yeni yaşam alanına gelince Rasim Bey arabadan indi, bagajdan bavulunu alıp, kendi gitti huzur evine, oğlunun arabadan inmesine bile müsaade etmedi.
Yusuf Yılmaz