0

Beni tanıyan herkes geçmişe büyük bir özlemle bakıp, eskiye ait zamanları nasıl özlediğimi çok iyi bilir. Belki yetmişli, seksenli, yıllara şahit olamadım ama şu koca İstanbul’da küçücük bir evde yeşilin, doğanın ve huzurun içinde yaşayabildim. Geçmişe özlemimin en büyük sebebi rahmetli dedem ve çocukluğumun geçtiği o gecekondu evidir.

 “Sana taş atana sen ekmek at.” cümlesiyle, bunca seneden sonra bile bana yapılan her vicdansızlığa her merhametsizliğe karşı vicdanımı sorgulatır hâlâ. Onunla yaşadığım her anı, sanki dün yaşamışım gibi hatırlarım. Yıkılmayan bir çınardı o. Büyük, kudretli ve herkesin sırtını dayadığı koca bir çınar.

Şimdilerde iki göz oda dediğimiz benim büyüdüğüm gecekonduyu gençliğinde tuğlasına kadar kendisi yapmıştı dedem. Kapıdan çıktığınızda güzel bir şeftali ağacı karşılardı sizi. Ardından erik, ayva ve incirin takip ettiği meyve dolu bir bahçesi vardı evimizin. Sabahları erkenden kalkar, küçük gecekondu evimizin bahçesindeki su dolu kazanın başına geçer, elini yüzünü orada yıkardı. Ardından kömürlüğün hemen yanında güvercinlerin olduğu eski kümesin kilidini açar, güvercinleri beslerdi. Tavukları salar, yemler, yumurtalarını alır, bayatlamış ekmekleri suyla harmanlayıp, bir köşeye bırakıverirdi. Hayvanlarla ilgilendikten sonra eve geri döner, kırlaşmış saçlarını eski, kenarları hafif pas tutmuş aynamızın karşısında geriye doğru tarardı. Anneannemin hazırladığı yer sofrasında kahvaltı ederlerdi. Ben, hemen camın kenarındaki çekyatta annemle birlikte uyurdum. Uyandığımda annem çoktan hazırlanıp erkenden işine gitmiş olurdu. Uyku mahmuruyla bir süre dedemle anneannemi seyreder, lokmalarına kadar takip ederdim.

Eski yaşantıyla bütünleşmiş, aksi ve yeri geldiğinde çok inat bir adamdı dedem. Sesiyle irkilirdim her sabah.

“Kalk hadi, elini yüzünü yıka, kahvaltını et sonra da gazetede neler varmış oku bakalım bana.”

Torununa değil de sanki bir asker koğuşuna seslenirmişçesine uyandırırdı beni. Sessizce kalkar, sobanın yanından geçer elimi yüzümü yıkayıp otururdum yer sofrasının bir köşesine (çare yok komutan emretti).

Gazete bizim ev için çok mühim bir mesele idi, özellikle de dedem için. Sanki televizyon hiç icat edilmemişçesine kahvaltı sofrasında olmazsa olmaz bir unsurdu. Kahvaltımı edip karnımı doyurduktan sonra baştan başlardım ona gazeteyi okumaya. O yıllar ilkokuldaydım, okuma yazmayı söktükten bir süre sonra, neredeyse her gün benden ona gazete okumamı isterdi. Pek akıl erdiremezdim bu isteğine, kendisi okuma yazmayı pekâlâ bilirdi çünkü. Yıllar geçtikçe okuduğumu anlamayı, yazılanı eksiksiz ona aksettirmemi istemesinin sebebini şimdilerde çok daha iyi anlıyorum. Duymak istiyordu, mesele haber değil, yazılanlar değil, yalnız benim öğrendiğimi gazeteyle desteklemek istemesiydi. Onun sayesinde okumaya ve yazmaya derin bir tutkum oluştu. Belki de onun sayesinde burada, bu yazıda akıyor cümlelerim.

Gazete okuma faslımız bittikten sonra hummalı bir çalışma bizi beklerdi bahçede. Anneannem başörtüsünü takar, beni iyice giydirir, dedemin yanına bahçeye çıkarırdı. O çamaşırları asarken, ben dedemin yanında durur, peşinde gölgesi gibi gezinirdim. Kış güzelliği de yaz güzelliği de ayrı çökerdi bizim bahçeye. Belki sıcağa çok düşkün olmadığımdan, belki aralıkta doğmuş olduğumdandır bilinmez, ama kış her zaman daha bir büyüleyici gözükmüştür gözüme. Dalların ıslaklığı, toprağın kokusu, kar yağınca çatılardaki o beyaz örtü, her zaman tüten sobamızın eve yaydığı is kokusu…

            “Bambaşka” kelimesini en iyi böyle tanımlarım herhalde. Bahçedeki hayvanlar, ağaçlar, kışın yaydığı sessizlik ve sis hep bir sakinliği anımsatır şimdilerde bana.

Sigarasını yakar, derin bir nefes çekip bir aşağı bir yukarı volta atardı dedem bahçede. Yazın ağaçlarla uğraşır, aşı zamanlarında aşılarını yapar, diplerine kireç döker, budar, gözü gibi bakardı. O zamanlar şimdiki gibi aşırı süslü saksılar yoktu. Ya da vardı ama biz satın almak yerine elimizdekini değerlendirmeye daha çok önem veriyorduk bilmiyorum. (En azından anneannem bu işte ustaydı.) Bir şey ekileceği zaman saksı değil yoğurt kovalarını kullanırdık. Bahçeye girdiğinizde belki çiçeğin her türünü ve onlara eşlik eden çeşitli boyutlardaki yoğurt kovalarını görürdünüz. O yoğurt kovalarından birinde çilek ekiliydi. Çilek dediysem öyle döküm döküm meyve veren bir bitki olarak aklınıza gelmesin. Bir, iki, bilemediniz üç çilek verir, aynı yoğurt kovasından bir daha çilek yemek için bir sonraki yazı beklemeniz gerekirdi. Bu meşhur çilek, bir yaz günü yine meyvesini vermişken sevgili dedemle briket tuğlalarla örülü kapımızın önünde oturuyorduk. O yaz, sadece tek bir çilek yetişmişti. Dedem oturduğu yerden kalktı, çileği kopardı ve bana verdi. Çok büyük bir olay olmayabilir yahut alt tarafı bir çilek diye düşünebilirsiniz. Ama ben o gün “fedakârlık” ne demek onu öğrendim. Kendimden önce başkasını düşünmek ne demek o küçük çilek ve dedem bana bunu öğretti.

Bütün bu anlattıklarımı durup düşününce, içimde yankılanan tek bir duygu var: Özlem… Üzerinden çok seneler geçmesine rağmen hâlâ hatırımda dolaşan büyüdüğüm o ev, o bahçe, o hayvanlar, o ağaçlar artık yoklar. Bir yerde okumuştum, ölen insanlar dünyada onları anacak, hatırlayacak tek bir insan kalmayıncaya dek gerçekten ölmezlermiş.

Çünkü hatıraları yaşarmış. Ben en büyük özlemimi bahçemi, evimi, papatyalarımı ve dedemi hatıra kutumdan çıkarıp çıkarıp hatırlayacağım. Hatıralarımı ve yaşadığım o güzel anları ölümsüz kılabilmek, özlemimi biraz olsun azaltabilmek için. Dedem… Bana baba, bana dost, bana akıl hocası olan gülüşü güzel adam. Toprağının üzerinde de o çok sevdiğin, yağ kutularına ektiğin kırmızı güller açıyor şimdi biliyorum. İyi ki vardın. İyi ki hayatımdaydın koca çınar…

Melis Umul

Leave a Comment

İlgili İçerikler