İZMİR İSTANBUL’DAN DAHA MI GÜZEL? Kitap imzalamak bahanesiyle, seni görmek için yollara düştüm. Yorucu bir yolculuktan sonra işte geldim. Merhaba İzmir. Şöyle bir baktım...
Keşke biraz düzeltselermiş üstümü başımı. Çatlamış bu, demesi kolay. Mastik de istemedim oysa. Neden bir alçı çekip doldurmadı kırılmışlığımı bilmiyorum. Zaten hep en kolay olanı seçer. Sağlam mıyım, tuğlalar gözükmüyor mu? O halde lüzumu yok nasıl göründüğümün.
Basit adamdır Refik. Bir gün baktı yaralarıma. Uzun uzun baktı, sanki beni iyileştirecekmiş gibi baktı. “İşte,” dedim. “Adamsın sen Refik!” Düşündü, kendisini onayladı, kafa salladı ve dudaklarını kıpırdatarak çıktı odadan. On ya da on beş dakika sonra geldi yine. Elinde bir çekiç… Bir de çivi, hem de beton çivisi. Çatlaklarıma baktı. Kendince gözüyle ölçüm yaptı, mırıldandı bir şeyler. Yara yarayla kapanır mı be Refik, ne yapıyorsun sen? Koca otelin sahibisin, bunu bilemeyecek kadar tecrübesiz olamazsın yahu! Tabi duymadı beni. Zaten duysaydı bu çatlaklar da oluşmazdı. Belki de olası yaralanmalarım hep sessizliğimdendi. Tam böyle düşünüyordum ki çaktı çiviyi alnımın tam ortasına. Öyle ayarsızmış ki eli, iyi ki hemşire değildi. Çiviyi de yamulttu. Yazık oldu. Allah’tan canlı değil. Bir de ona üzülürdüm.
‘’Duvarların dili olsa da konuşsa.’’ dediğiniz konu bundan ibaret aslında. Evet, bu kadar basit. Çivi çakmanız, yumruklamanız… Ben sizin şahidiniz değilim. Anlamıyorsunuz. Neyse, herhalde çivinin tam oturmasını istedi ki, bir kez daha vurdu çekici. İşte o zaman dayanamadım. Refik’in bana bakıp telaşlandığını gördüm. Dokundukça canımı yaktı. O sırada karşımda penceresi açık olan camın verdiği yansımadan kendime baktım. Boşuna acımamış canım. Çatlaklar tabana doğru inmiş. Ama çivi bende.
Biraz durduktan sonra kapıya doğru gitti. Yerde, duvara dayalı naylona sarılmış büyükçe bir şey vardı. Dikkatlice aldı onu. Karşıma geçti ve falçata ile bantlarını kesti, naylonları attı. Çerçevesi vardı suntadan. Tuttu tabloyu iki eliyle. Uzattı kollarını bana doğru ve gerildi. Gözlerini kıstı, şöyle bir baktı ve tebessüm etti. Sanırım sevdiği bir manzara vardı. Merak ettim ama görmedim. Duvarlar böyledir; yüzünü görmediği bir tabloyu yıllarca taşıyabilir. Yüzünü görmediği bir tablonun onu gölgelemesine, yıllarca izin verebilir.
Tam sekiz yıl onunla birlikteydim. Tozunu, bez ıslatmaya bile tenezzül etmeden püskülümsü bir araçla aldılar. Oteller temiz olur diyorlar bir de. Yalan. Oteller temiz gözükür. Kim baktıysa tabloya, yüzünü çevirdi. Bir tek Refik sevmişti onu, şimdiye kadar.
Şubat ayının ortalarıydı, saat 17.00 sularında yine bir misafir geldi. Elinde bavul falan yoktu ha. Koluna giren kadın da yoktu. Yalnızdı, gülmüyordu ama ağlamıyordu da. Yüz ifadesi donuktu. İlk gördüğümde; şu filmlerde izlediğimiz, ortamını bulup da kalemle kâğıdı kavuşturamayan bencil yazarlardan sandım onu. Sıra dışıydı. Biraz da egoistti sanırım. Siyah gözlüklerini ve vintage tarzı şapkasını çıkartsa belki anlardım bazı şeyleri. Sonra atkısını gördüm. Orta yaşlı bir adama bir atkı ancak bu denli yakışabilirdi. Yaklaşsa da daha güzel baksam derken odanın içine doğru girmeye başladı. Geçtiği her yere dokunuyordu. Elini masanın üzerinde sürterek geçti. Çekmecelerin kulplarına dokundu. Derinden bir iç çekti. Karşımdaydı artık. Bana da dokundu ve ilk defa birisi kırıldığım yerden okşadı beni. “Dokunursam elim alçı malçı olur.’’ demedi. Hiç de soğukkanlı değilmiş hem. Güldü, dişleri çok güzeldi.
Sekiz yıl boyunca ilk defa yaramı kamufle etmeye çalışan şu lanet çerçeveden kurtulmak istedim. Sonra tabloya, tablonun çerçevelerine değdirdi parmaklarını. Yatak başlığına, sonra da yatağa dokundu ve oturdu. Gülüyordu ama nedenini bilmiyorum. Sekiz yıl sonra şu taşıdığım tabloya, Refik’ten sonra gülen birisi ile karşılaşmıştım. Keşke neden güldüğünü söylese, ya da ben sorabilsem. Dili olan konuşmuyor, olmayan da deli gibi konuşmak istiyor. Size bahşedilen şu güzelliklerin hakkını verin bi! Konuşun işte. Zaten geç olmuştu, bizim marjinal öylece uyuyakalmış. “Neden geldi acaba, neden güldü ve ne düşünüyor?” Bu soru işaretlerinin arasında boğuldum ve nihayet ben de güneşin çıkmasına iki saat kala uyuyakaldım. Uyumam ile uyanmam bir oldu. Sabahın 07.00 sinde bu ses de ne böyle? Niye bu kadar yüksek sesle konuşursunuz, anlamam ki. Kendime geldiğim an sadece; “tamam nasıl isterseniz, hemen hallediyoruz.’’ cümlesini net bir şekilde duydum. Refik böyle konuşmaz yani, konuşsaydı çoktan konuşurdu, muhtemelen bizim temizlikçilerden ya da otel görevlilerinden birisidir, dedim ve tam uykuma devam edecektim ki, odaya dün gece burada uyuyan adam ile iki personel geldi. Ne ara uyandı da giyindi, aşağıya indi. Hiç bilmiyorum. Şaşkınlığımı yaşayamadan başımda bir hafiflik hissettim. Bir boşluk. Vücudum çürümüş gibiydi. ‘’Bu nedir?’’ dememe kalmadı, tablonun paketlendiğini gördüm. Adamın heyecanını bir görseniz, sanki akşam ezanının okunmasına daha iki saat varmış da daha fazla yerden yüksek oynayabilecekmiş gibi. Beni sorarsanız çıplak gibiyim. Bazı yükler insana mimlenir, başta ağır gelir ama belli bir raddeden sonra yük demek ona saygısızlıktır. Hele o yükü seviyorsanız, bu aşktır. Olanları gördükten sonra hafiflemem gereken yerde daha bir ağırlaştım.
Henüz tabloyu bana göstermediler bile. Hem, neden aldın onu güzel atkılı adam, ne oluyor? Hoop! Nereye böyle? Hava almak için dışarıya çıkmanın sırası mı?
Personellerin muhabbetini dinlemeye başladım. Elimden başka bir şey gelse, inanın onu yapardım.
-Tahir Bey yazıya dikkat edilmesini söylüyor arkadaşlar, lütfen özen gösterelim.
-Amaan… Adam zaten âmâ oğlum, görmüyor. Çerçevedeki kıytırık noktalara dikkat etsek ne olacak?
-O çerçevede Braille Alfabesi ile ‘’ Sen doldur’’ yazıyormuş.
O an şoka girdim. Boş bir tablo en fazla bu kadar dolu olabilirdi ve ben en fazla bu kadar gururlanabilirdim. Tahir Bey’e gelince: Bakmadan görebilmenin verdiği haklı bir mutluluk olsa gerek kendisinde şu an. Keşke ben de onun gibi hava alabilsem.
Eda Vanlıoğlu