0

“Eve varana kadar kurur pantolonum, kimse çamura düştüğümü fark etmez.”

“Göğüslerim her rampada göbeğimden önde zıplıyor.”

“Zavallı adam yiyecek bir kuruşu yok, hâlâ köpeğine mama dileniyor.”

“Daha eve gideceğim, yemekleri yapacağım, çocukların ütüsünü de yetiştirmem lâzım yarına kadar…”

Tanrının yarattığı ‘ebedi döngü’ deki evrenin, kusursuz işlevini sağlayan bekçileri vardır. Bunlardan ikisinin soluğunu ensenizde hissedebilirsiniz. Omuzlarınızda duran meleklerle burun buruna geldiğiniz o an… Binlercesi de koruyucu vasfıyla, tehlikeli tercihlerinizde yanı başınızda biterler.

İşte bu koruyucu meleklerden biri Danyal; bir erkeğin olabileceği en verimli ve yakışıklı çağında görünüyor. Orta boylu, kararlı, dörtgen suratlı, gri yeşil gözlü, fakat o bunu bilmiyor. Çünkü Danyal’ ın görevi yalnızca, insanların eylemlerini deftere geçirmek ve yazgılarını hayatta kalmaları için dua ederek ertelemeye çalışmak. Danyal’ın Tanrı’yla arası iyidir ve dua ettiğinde kabul edildiğini gördüğü çok olmuştur. Kaç yaşında olduğunu tam olarak bilmez ama Roma’nın ilk kralı Otto’ yu hatırlar, keza Napolyon’un attan düşmelerinde de onun yanında bulunmuştur.  Gökyüzünden süzülen Danyal, insanların zihninden geçirdikleri tümcelerin en mühimlerini ayıklarken, mekânların içinden geçerek hızlı gece taraması yapıyordu. Önce metrodan, sonra sokağın köşesindeki kafeden ve sosisli ekmek satan büfeden geçti. Gece ay ışığını yansıtırken, karanlık yalnızca odalara değil, insan ruhuna da çöker. En pişmanlık veren sahneler, geri dönüşü olmayan an’lar geceleri yaşanır. Ölüm ve doğum kararları geceleri alınır. Gri duvarların içine oyulmuş, beyaz fıstık çamı gövdesinden raflar, sekizinci kattan asma tavanın avizelerinin beşinci kata değin siyah deri kablolarla sarktığı bir avlu, merdivenlerin zikzaklar çizdiği bir sarmal, zeminden üç metre yüksekte geniş, ferah pencereler… Pencerelerin ardından sıra sıra titreyen kuru dallar, bozulmuş leylek yuvaları, dibinde kapkara çamura saplanmış kozalak yığınları… Devasa sütunların arasında nizami aralıklarla dizili tek kişilik masalar, yeşil kapsülün yansıttığı beyaz ışık saçan masa lambaları, raflarda dinler tarihi, ‘Şen Bilim’, ‘Deccal’, ‘Ecce Homo’, ‘Tragedyanın Doğuşu’… İç sesler, iç sesler, iç sesler… “Renkleri göremiyorsam, sesleri niçin işitiyorum ki?” diyordu Danyal! Uyumasına gerek yoktu, bunun yerine gecelerce okurdu. Kitaplar onun hiç tadını alamayacağı omleti, rüyası, şarabı ve gerçeğiydi.  Her masada onun da arkadaşı olan, bir koruyucu meleği duruyordu, herkes görevi başında! Danyal, ince tel nodüllü, dokunaklı bir iç ses işitti. ‘K’ bloğunun yanında felsefe ‘Kant’ bölümüne doğru uçtu.

Duyduğu sesten daha büyüleyici güzellikte bir kadın masada oturuyordu. Elindeki kalemi dişleri arasında gezdiriyor, saçına götürüyor, parmakları arasında çeviriyor ve aniden tavana diktiği gözlerini çakmak çakarcasına kapayıp açıyor, önündeki kitaba notlar alıyordu. Sonra birden okuduğunu beğenmemişçesine kaşlarını çatıyor, masaya yumruğunu naifçe vuruyor ve tekrar ciddi dudak büzmelerinin yerini sırasıyla derin bir hüzün ve sersemletici bir omuz silkmenin ardından, hoş bir tebessüm alıyordu.

Danyal, görüntüyle eşleşmeyen işitsel sekans kayması yaşıyordu. Bu da neyin nesiydi? Bu tarif edemediği kesintileri, Tanrın’ ın defterine nasıl temize geçireceğini bilemedi.  Kitabının ilk sayfasında gördüğü kadarıyla kızın adı Siva’ ydı. Daha önce aynı anda varlık, yokluk, Parmanides, Platon, atomcu, tekçi… gibi kavramları düşünen bir zihin işitmemişti. Narin, ince, beyaz bir güvercin gibi titrek bilekleriyle bu denli hızlı kalem hareketleri yapması da bir hayli ilginçti. Danyal, gece boyu Siva’nın ‘ebedi döngü’ deki insanın yokluk acısına dair yakarışlarını dinledi. Kısır döngünün sonunda karşısına çıkan bir hiç ise, bu şahane varlığı nasıl açıklayabilirdi? Omuzuna elini koydu, Tanrı’nın inayeti, yüce ruhun rahmetini aktarabilmek için yalvardı. Bir tesiri olmadı. Daha önce Nietzsche ile çok kez benzer tartışmalarda, kafasını duvara vurmak isterken, kirişlerin yapı malzemesine bakıp çıktığını anımsadı. Danyal’ın söyleyecek çok sözü ve kuramları çürütebilecek antitezleri vardı. Baş meleğin yanına süzüldü ve artık ruhuna tak eden bu düşünceyi ona anlattı. Gerçek bir şeyler yapmalıydı! Tarihin seyrini değiştiren Püritanlar, Meritokratlar, Viktoryanlar, Kalvenler, Luteryanlar… ‘aklın’, ‘güç istencine’ karşı yitimini savunmalıydı!

Gece yarısını çoktan geçmişti. Serin ayaza aldırmadan caddeye çıktı, yüz metre Bulvar istikametine yürüdükten sonra, boş bir taksi gördü. Kaldırımdan yola atladı, kolunu kaldırdı. Sert bir hamleyle oturdu arka koltuğa. Hâlâ Kant’ın etiğinde, us ’un bir eleştirel gücüne öfkeliydi. “Acı Kalp Sokağı’nda inelim.” dedi. Dadıyı uyandırmadan, çocukların iyi olup olmadığına şöyle bir göz gezdirdi. Siva mutfaktan geçerken bir bardak su içti. Salamlı, zeytin ezmeli bir sandviç yedi. Çöp tenekesinde bir tomar yarısı tutuşmuş mektup demetini gördü. “Bunlardan neden kurtulamıyorum sanki?” deyip tenekeyi lavaboya boşalttı. Ve bir kez daha yaktı. Sekiz yaşından beri babasına yazıyordu. Bir de eski kocasına gönderemediği mektuplarla uğraşacak vakti yoktu. Konyağın gücüyle harlanan alevler, kapkara küller bıraktı geriye kelimelerden. “Bugün de olmadı, ama yarın mutlaka.” dedi Siva. Çocukluktan beri tek isteği buydu. Kim bilir ölüm ne parlak ne yumuşak bir yerdi. Öncesi, sonrası, geçmişin, geleceğin olmadığı bir yer… Bu dünyada bulamadığı huzurun adresi belki… Danyal bunları duyunca kararından emin oldu! Ertesi gece, tezindeki kaybolan kelimeleri aramak için, son depresan hapını içerek yeniden kütüphaneye gitti Siva. Nerede kaybolmuştu kelimeler? İçinde sineklerin uçuştuğu açık yarası günden güne büyüyordu. Acının boşluğu, Tanrı’nın acımadığı yarasına acıyamazdı.  Danyal masaya oturdu. Cebinden çıkardığı kâğıdı Siva’ nın önüne doğru masada gezdirerek uzattı. Bakışları su yeşiliydi. Danyal renklerin adlarını henüz karıştırıyordu. Belki de Prusya yeşili yahut petrol yeşili ya da zeytin yeşili de olabilirdi. Siva, yabancının sessizlik oyununa katıldı. Dörde katlanmış kâğıt parçasını sakince açtı.  “Öyle bir hayat yaşadım ki cenneti de gördüm, cehennemi de… Öyle bir aşk yaşadım ki… Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de … Öyle bir rol vermişler ki… Okudum, okudum, anlamadım … Sonra dedim ki ‘söz ver kendine.’ Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin. Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin. Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin. Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin. Öyle bir hayat yaşadım ki, son yolculukları erken tanıdım. Öyle çok değerliymiş ki zaman… Hep acele etmem bundan, Anladım…”

F. Nietzsche Siva: Bir çeşit sapık olsanız, Nihilist peygamber ayetiyle yaklaşmanız, fazlaca nüktedan olurdu. Yoksa zihnimi okuyan bir medyum musunuz bayım?

Danyal: Zeki insanların yüklerini hafifletmek için gönderildim diyelim. Kendimi takdim edeyim, Danyal Duvarger Oxford Üniversitesi’nde ilkçağda meta kürsüsünde profesör olarak araştırmalar yürütüyorum. Geçen gün okuduğunuz kitapları görünce…

Siva: Ne? Görünce benim ne ile kafayı bozduğumu mu hesapladınız? Saçmalamayın lütfen! Kaba olmak istemiyorum; ama bir araştırmacının her okuduğu kitapta kendi niyetini yansıttığını düşünemeyiz, öyle değil mi? 

Danyal: Yanlış anlamayın lütfen! İçimden geldi, yoksa size bilinçli bir imada bulunmuş değilim!

Siva: Diğerleri gibi beni, ölümün çekiciliğinden caydırmaya çalışmayacağınızdan emin olamam. Kendini bilmez kolej arkadaşlarım gönderdi sizi buraya belli ki! Fikir münakaşası varım, ancak bana acıyacaksanız müsaadenizle Danyal!

Danyal: Daha önce şu gördüğünüz Hiçbir Yerin Tepe’si bulutlarından düşmüş biri olarak, size temin ederim; yere düştüğünüzde hiçbir acı duymuyorsunuz. Ölümün ötesini bilen biri olsaydım, beni yine duymazdan gelir miydiniz?

Siva: Firavunların ölümünden mi, yoksa yabanıl bir fâninin ölümünden mi söz ediyorsunuz? 

Danyal: Güçsüzün ölümü de eşit halbuki küçük Hanım… Esas eşitlik, ölümün karşısına hayatı koyarak savaşmak. Ve bu döngüye, size ikinci bir şans sunabilmesi için fırsatlar tanımak. Bırakın, hayat aksın. Aksın ki, kaybettiklerinizi siz seçin! Göreceksiniz zaman, esas kazananın, siz olduğunuzu gösterecek. Size, kuşların göç yolunu tersine çevirecek gidişiniz, diyemem! Çünkü siz yok olunca; güneş yine suda kristal dalgalarıyla yedi renk parıldayacak, çocukların ıslıklarında zafer sevinçleri çınlayacak, bakireler gebe kalacak ve cemreler yine toprağa ve suya düşecek… Gitme vaktinize yazgınız karar versin. Sizin peşinde olduğunuz kelimelere bir ömür sığmaz oysa ki!

Siva: Nereden geldiniz hiç anlamıyorum. Mahremime böylesi hadsiz cürette bulunmanız, yeterince saygısızlığınıza tahammül ettim. Çekilin şuradan.

Öfke patlamasına tutulan Siva, ardına bakmadan koştu. Kitaplarını dahi toplayamadı. Danyal kaybediyordu. Siva’yı binanın çıkışında kaldırımda ağlarken buldu. Yanına oturdu. Kollarından tuttu. Siva’nın bağırışlarını, göğsüne attığı yumrukları duymuyordu. Düşündüğü tek şey, böylesine keskin bir zekâyı edebiyatın kaybetmemesi gerektiğiydi. Sıkıca tutup göğsüne sardı. Siva orada, “babacığım!” diye inleyerek ağladı. “Seni pislik herif, babacığım…” ve sızdı.

Sabah üniversitenin kantininde sıcak kahvenin kokusuna ayıldılar. Dün gecenin aksine Siva rahatlamış görünüyordu. Danyal’e ‘Profesör X Bilinmeyen’ diyordu. Akşama kadar sanat, dilin çokgenliği, görünmeyenin ardı ve insanlık şuurundan bahsettiler. Siva, yeniden doğmuş bir bebek gibiydi. Sürekli gülüyor, neşeli şarkılar mırıldanıyordu. Danyal’e “ilham meleğimi geri getirdiniz.” diyordu.

Yarın için kampüsteki oditoryumda buluşmak üzere sözleştiler. Şiire meraklı gençler için bir panel tertiplemeyi planlamışlardı. 

Siva: Çok teşekkürler Profesör X, beni tuttuğunuz için! Benden hiç kopmayın olur mu?

Danyal mutluydu. Yüzü gülüyordu. İlk kez gerçekten işe yaramış olmanın, insanlarla diyalog kurmanın aptalca sevincine boğulmuştu. Boş sınıflardan birinde, bir sırada sabahladı. Sonraki gün oditoryuma gecikti. Siva dört saat bekledikten sonra, Danyal Siva’nın evine gitti. Evin önünde polis ekipleri diziliydi. Fotoğrafçı görünümlü naylon giysili görevliler, her yerin, her izin fotoğrafını çekiyorlardı. İçeride neler olduğunu öğrenmek için kapıya yaklaştı Danyal. Polis memuru onu durdurdu. “Yakını mısınız?” diye sordu. Danyal başını salladı. “Maalesef, fırın gazıyla hayatını sonlandırdığına yönelik deliller var. Çocuklarını gelip aldılar az evvel.

 “Bayım yardım ister misiniz? Ambulansı getirin!”

Danyal gözünü açtığında bir hastanendeydi. Kolundaki serumun hortumcuklarına bakarken, insan olmanın inceliklerini düşünüyordu. Demek, gözleri gülerken, yalan söyleyebiliyorlardı.

Gül Özen   

Leave a Comment

İlgili İçerikler