KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Ölümü kuşanmış tahrip gücü yüksek bir bomba gibi hayatın kalbine düşen salgından korunmak amacıyla o gece hükümet saat 24:00’dan itibaren altmış beş yaş üzerindekilerin sokağa çıkmasını yasakladı.
Kararı icra etmek üzere, günün erken saatlerinde, şehrin her tarafında kolluk birimleri sokakları, parkları, kahvehaneleri ve mahalle aralarını didik ederek ilgili yaş gurubunda olan insanları bulup evlerine yönlendirdi.
Şehrin genelinde bu yaşta olanların çoğu ya yasaktan haberleri olmadığından ya da günlük hayatın rutin alışkanlığıyla dışarıdaydılar. Kolluk birimlerinin mesaisi bu yüzden zorlu geçti ama bereket versin, ikindi vaktine gelindiğinde, insanların evlerinde bulundurulmaları sağlanabilmişti. Hayatta kalmak için elzemdi bu.
Hüseyin Emmi mezarlıktaydı. Burası kimsenin aklına pek gelebilecek bir yer değildi. Kolluk birimleri, onu, akşamüzeri eşinin mezar taşının baş tarafında otururken buldular. Ellerini dizlerinin üzerinde kavuşturmuş, ağlıyordu. Eşini kaybedeli dört yıl olmuştu ancak ebedi ayrılığın yüreğindeki hüznünü eskitemiyordu bir türlü. Kabuk altında küllenmiyordu yaraları, geçmiyordu.
Bekçi Süleyman mezarlığa yanaştı.
“Burada ne yapıyorsun amca? Sokağa çıkmak yasaklandı bilmiyor musun? Senin evde olman gerek. Hadi bakalım!” dedi.
Hüseyin Emmi oralı olmadı.
Bekçi Süleyman üsteledi:
“Kime diyorum bey amca? Haydi gidiyoruz. Yasak var yasak! Evine gideceksin! Dışarı çıkmayacaksın, yoksa ölürsün!”
Hüseyin Emmi, beyninde yankı bulan “Yoksa ölürsün!” nidası üzerine bekçiye döndü. Hafif çiseleyen yağmur, gözyaşlarını yüzünün bütününe yaymıştı.
“Yani şimdi, ölebilirim diye mi dışarı çıkmayayım oğlum?”
“Evet… Ölüm diyorum, ötesi var mı?” dedi Bekçi Süleyman. “Ölüm kol geziyor amca, duymadın mı günde kaç kişinin öldüğünü? En çok da senin yaş gurubunda olanlar tehlikede. Salgın her tarafta. Bu çok tehlikeli bir virüs. Tuttu mu bırakmıyor Alimallah. Haydi gidelim.”
Hüseyin Emmi sakindi, dönüp önüne baktı. Cebinden tırnak makasını çıkarıp, bekçiye uzattı.
“Gözlerim iyi değil, beceremiyorum. Rica etsem tırnaklarımı keser misin oğlum?”
Bir an evvel buradan uzaklaşmak isteyen Bekçi Süleyman istemeye istemeye;
“Tamam bakalım, ver keselim.” deyip kabul etti.
Makası tırnağa tuttururken sordu:
“Evde kiminle kalıyorsun amca?”
“Oğlum ve gelinimle kalıyorum.” dedi Hüseyin Emmi yüzünü dökerek.
Bekçi Süleyman tuttu kendini. Sözü uzatıp daha fazla üzerine gitmek istemedi. Tırnak kesimi bittikten sonra Hüseyin Emmi;
“Sağ ol oğlum.” dedi, teşekkür etti ve sonrasında Bekçi Süleyman’ın gözlerinin içine bakıp:
“Eve girmesine gireyim de bizi hayatta tutan evde biriktirdiğimiz yiyecekler mi yoksa bizim için çarpan, her an yanımızda var olduğunu bildiğimiz bir kalp midir? Ben kalbimin yarısını burada bıraktım oğlum, evde kime ne diyeyim, kiminle muhabbet edeyim! Sen ölümü yalnızca dışarıda mı gezer sanırsın?”
Bekçi Süleyman ne diyeceğini bilemedi. Şaşkınlığı belki de kendini bu yaşa gelmeye daha çok uzak gördüğündendi. Hüseyin Emmi’nin koluna girip ayaklandırdı. Acele etmesi gerektiğini düşündü. Vakit hayli ilerlemişti. Başkalarına da yetişmesi gerekebilirdi.
Hüseyin Emmi, eşinin mezarına yüreğinin derinliklerinden süzülen bin hüzünle bir daha baktıktan sonra bastonuna dayanıp ağır adımlarla;
“Gidelim oğlum, gidelim.” dedi.
Fuat Oskay