GÜMÜLCİNE ANLAYANA Türk Gençler Birliği’yle Çukur Kahve arasındaki Trakya Aile Lokantası’nda sabah çorbası içiyoruz. Sulu yemek, pilav, döner, ızgara et de yenebiliyor. Çorbalar ve...
Zaman zaman tanıdıklarımızdan, arkadaşlarımızdan “Sen çok değiştin.” sözünü duyarız. Belki doğrudur, belki de onlara öyle geliyordur. Gerçekten değişmişsek acaba bunun nedeni nedir? Bir de bu açıdan bakmak gerekmez mi?
Eskiden Nevin adında bir öğretmen arkadaşım vardı. Bir akrabamın evinde tanışmıştık. İkimiz de gurbetteydik. Belki bu durum yaklaştırmıştı bizi birbirimize… Arkadaşım da Artvinliydi ve Ankara’ya gelin gelmişti. Polatlı’dan bir öğretmenle evliydi. Kayınvalidesinin Polatlı’da evi vardı ama sık sık oğlunun yanında kalmaya geliyordu. Nevin çoğu zaman kayınvalidesi Binnaz Teyzeyle beraber oturuyordu.
Nevin ile Ankara’da üç yıl süren bir güzel arkadaşlığımız oldu. Kaynanasının olmadığı günlerde beni evine çaya davet ederdi. Mutfak işlerine meraklı olduğum için ona pasta, tatlı, kurabiye, yemek tarifleri verirdim. Bazen de birlikte yapardık. Derslerim olsa da davetlerine onu kırmamak için giderdim. Projelerimi gece çizerdim. Yani dostluk adına uykumdan fedakârlık yapardım. Ben özel yurtta kalıyordum. Maddi sıkıntım hiç yoktu. O tarihte hem bir mimarın yanında çalışıyordum hem de Gazi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde okuyordum. Herkesin uçağa binemediği dönemlerde ben Adana’dan Ankara’ya, Ankara’dan Adana’ya uçakla gidip geliyordum. Arkadaşlarım arasında parasal sıkıntım olmadığı için sanki zenginmişim gibi algılanıyordu. Dört katlı bir evimiz, dükkânımız, portakal bahçemiz, Mersin’de yazlığımız ve deniz kıyısında arsalarımız olduğu için o devirde zengin olarak algılanıyorduk. Evde herkesin işi, maaşı, geliri olduğu için bizi zengin sanıyorlardı. Oysa orta halliydik bana göre…
Birkaç yıl sonra tayin isteğim gerçekleşti. Kendi şehrime Adana’ya döndüm. Mimarlık yapmaya başladım. İnşaat Mühendisi uzak bir akrabamla görücü usulü evlendim. Bir kızım oldu. O zamanlar cep telefonları icat edilmemişti. Ev telefonları da herkeste yoktu. Şehirlerarası bir numara arayacağınız zaman postaneye gidip sıraya girerdiniz. Uzun bir bekleyişten sonra görüşmek istediğiniz numarayı memura söylerdiniz, o da kaydederdi. Buna telefon yazdırma denirdi. Beklerdiniz. Saatler sonra size sıra geldiğinde cızırtılar, araya karışan hatlar yüzünden sağlıklı görüşme yapamazdınız. Bu nedenle en iyisi mektuplaşmaktı. Bir süre mektuplaştık ama yoğunluktan gittikçe seyrekleşti mektuplarımız… Sonunda birbirimizi kaybettik.
Yıllar sonra güneye tatile geldiklerinde telefon rehberinden beni bulmuş ve aramıştı. Kızımın ellerinden tutarak Adana Tren İstasyonu’nun önünde buluşmuştuk. Onun çocukları büyümüştü. Lise çağındaydılar. Benim biricik nazlı kızım Melis de ilkokulun birinci sınıfında okuyordu. Birbirimizi bulmanın hazzını yaşıyorduk. Çocuklarımız da ilk kez tanışıyorlardı. Evimde misafir etmek istedim ama zamanları yoktu. Bir kebapçıya giderek hem yemek yedik hem hasret giderdik. Eşim de yanımıza geldi. Arkadaşımla ve onun eşi Hüseyin ile eşimi tanıştırdım. Ben de elimden geldiğinceiyi bir ev sahibi olmaya çalıştım. Eşim de onlara yolda yemeleri için kuru pasta aldı.
O sene yılbaşı biletlerine büyük ikramiye vurmuştu. Birdenbire zengin olunca yazlık ve kışlık evler, model model arabalar aldılar. Çocukları Kıbrıs’ta özel üniversitelerde okuttular tabii… Ankara’da tekstil üzerine bir fabrika kurdular. Allah onlara “Yürü ya kulum!” demişti o günlerde.
Çocuklar Denizli’den top top Buldan bezi getiriyorlardı. Kısa zamanda işleri çok daha iyi olmuştu. Büyük oğlan Salih, Denizli’den köklü bir ailenin kızıyla evlenmişti. Oradaki atölyenin başına geçmişti. Küçük oğlan da babasının sağ kolu olmuştu, Ankara’da fabrikada yöneticiydi.
Cep telefonları çıkınca bol bol sohbet etmeye başlamıştık. Nevin; Avrupa, Amerika seyahatlerini ballandıra ballandıra anlatıyordu. Eşimle Paris’te yapmıştık balayımızı ama hiç de böyle ballandırmamıştım olayı… Her yıl da farklı ülkelerde tatil yapıyorduk. Eşim çok iyi biriydi. Tek kusuru aşırı cömert olmasıydı. Eline geçen para ile bizi mükemmel yaşatıyordu. Oturduğumuz evin projesi bana aitti ama eşim yapmıştı. Şehrin güzel bir yerinde iş yerimiz vardı. Zaman zaman eşime yardımcı oluyordum ama kızım Melis doğduktan sonra büroda çalışmayı bırakmıştım. Bir de arabamız vardı. Ben araba kullanamıyordum. Eline geçen parayı yoksullara dağıtıyordu, uyarılarıma rağmen hiç birikim yapmıyordu. İşi stresliydi. Günde iki paket sigara içiyordu. İçme desem de dinlemiyordu beni… İştahsızlık, öksürük şikâyetiyle gittiğimiz doktordan şok olarak döndük. Eşim akciğer kanseriydi. Uzun tedaviler sonunda elimizde avcumuzda bir şey kalmamıştı. Genç yaşta; kızımla beni acı içinde bırakarak öldü. Yaşasaydı da kuru ekmek yeseydik!
Arkadaşım Nevin eşimin ölümünden epeyce sonra ısrarla bizi İzmir’e davet etti. “Moralin düzelsin, çocuk için de değişiklik olur.” dedi. Maddi sıkıntılarının artık olmadığından söz etti. Ev aldıklarını, her şeyin yolunda olduğunu, eşinin Ankara’daki işlerin başında bulunduğunu, kendinin de İzmir’de benimle tatil yapmak istediğini söyledi. Onun maddi açıdan rahatladığı dönemdi ama maalesef benim maddi ve manevi yönlerden çok sıkıntılı bir dönemimdi. Eşim ölmüştü, üstelik onun hastane masraflarını karşılamak için bankalardan çektiğimiz kredilerin taksitlerini de elbette ki ben ödüyordum. İzmir’e gidecek durumum yoktu. Kızım da bu tatili çok istemişti. Ben de o zaman babaannemin yadigârı 55 gramlık 22 ayar altın bileziğimi bozdurarak kızım Melis ile beraber İzmir’e gitmiştim.
Orada bir sürpriz beni bekliyordu. Ben sadece arkadaşımla benim ve kızımın tatil yapacağımızı sanıyordum. Oysa o Ankara’daki komşusunu ve onun iki kızını da yanında getirmişti. İlk anda paniğe kapıldım, tanımadığım insanlarla aynı evde kalma fikri pek de cazip gelmemişti
İzmir’e giderken Adana’daki Kilis Pazarı’ndan işlemeli örtüler, 12 kişilik yemek takımı ve ufak tefek hediyeler götürmüştüm. Gönül çok şey dilese de mecburen elimizdeki paraya göre davranmak durumundaydık maalesef… Yine de elimden geldiğince gidilen çay bahçelerinde, lokantalarda ödemeleri üstleniyordum çünkü onun evinde kalıyorduk. Yani otel parası vermiyorduk. Gezmeye giderken rahat gidelim diye iki taksi tutuyordu arkadaşım. Oysa biz üç büyük üç çocuk olmak üzere altı kişiydik. Genişçe bir taksiye sığabilirdik. Bu durumda ikinci taksinin parasını ben ödüyordum. Bir keresinde komşusu ödemek istedi. Arkadaşım komşusunun elini tuttu, beni işaret ederek duymadığımı sandı ve ona “Boş ver ya! Bırak, o ödesin.” dedi. Çok kırıldım, ama sustum. Beni ısrarla çağırma sebebini de o esnada anladım. Sonradan görme olduğu için zenginliğiyle gösteriş yapmak istiyordu. Benim eski parasal sıkıntımın olmadığı hayatıma özendiğinden içinde ukde kalmıştı besbelli… Hatta yoksulluk günlerini iyi bildiğim için özellikle bana hava atmaktı amacı… Para ona güç kazandırmıştı. Para nedir ki gelir, geçer. Kalıcı olan insanlıktır, dostluktur.
Zaman kadar devrimci hiçbir şey yok hayatta… Sevdiğini sevmez, sevmediğini sever oluyorsun mesela… Beklentilerin de değişiyor zamanla… Bir de bakıyorsun şartlar değişmiş, “Asla yapmam!” dediklerini yapmışsın, “Kesinlikle yaparım.” dediklerini yapamamışsın. Tuhaflıklar yumağı bir hayat… En iyi arkadaşım sandıklarından hiç beklemediğin bir anda en sağlam darbeleri alıyorsun mesela… Önem vermediğin biri hayatının mihveri olmuş bakıyorsun. Mevsimler bile değişiyor yılda dört kez; insanlar değişmezler mi? Bir bakmışsın sıcak, bir bakmışsın buz… Anladım ki değişmeyen tek şey değişim imiş.
Harika Ufuk