0

      Geçen hafta bir akşamüstü Barış, annesine artık okula gitmek istemediğini söylediğinde, annesi “Neden yavrum?” diye sordu. Bir süre lafı geveleyen Barış sonunda gerçeği söyledi; arkadaşlarının kendisine uzun zamandır ‘Kız Barış’ dediklerinden, teneffüslerde alay ettiklerinden, bu durumdan çok utanıp üzüldüğünden ve artık okula gitmek istemediğinden bahsetti. 

Ertesi gün Aysun Hanım okula gidip yaşananları Barış’ın sınıf öğretmeniyle konuştu. Öğretmen de aynı günün akşamı Barış’la alay eden çocukların annelerine yaşanan hadiseyi telefonla iletti. Evde, anne babalar çocuklarına tembihte bulunmuş olacak ki, bu alaylar birkaç gün sonra kesildi.

        Barış’ın uzun lüle lüle saçları ve güzel yüz hatları kızları bile kıskandırıyordu. Annesi canı gibi baktığı tek evladına çok yakışan bu altın sarısı saçları kısa kestirmeye de bir türlü kıyamıyordu. Fakat oğluyla bu konuşmayı yaptığından beri bir yandan da çözüm olarak ‘Barış’ı berbere götürüp saçlarını kısa kestirsem mi?’ diye düşünüyordu. Bu çözüm olur muydu gerçekten? Oğluyla neden uğraşıyordu sınıflarındaki bu birkaç çocuk? Sorun sadece saçları mıydı? Güzel yüzünü mü kıskanıyorlardı? Daha küçücük çocuktu bunlar, birbirleriyle ne alıp veremedikleri vardı? Barış biraz da sessiz bir çocuktu yoksa bu yüzden miydi, üstüne mi geliyorlardı o sustukça? Çocuğun saçlarını kısa kestirse belki de bu kez “Civciv Barış” diye alay edeceklerdi…

       Ne garip şu insanoğlu, diye düşündü Aysun Hanım, daha çocukluktan başlıyor demek ki bu çekememeler, etiketlemeler. Barış kendisine “Kız!” diye her seslenildiğinde neler yaşıyordu küçük yüreğinde?  Kendi çocukluğu geldi aklına. Kendisine de Terzi’nin kızı demiyorlar mıydı? Gerçi bu kötü bir şey değildi onun için, annesi mahallede yaptığı terzilikle tanınan başarılı bir kadındı. Ama sonuçta çocukken kendisinin de bir lakabı olduğunu hatırladı Aysun Hanım. “Terzi’nin kızı!”, kendisine böyle seslenildiği anlarda garip bir gurur bile duyardı. Mahallelerindekiler nerdeyse hep akrabalarıydı kimi uzak kimi yakın. Zaten aileden olan kişilerin ona lakap takmasını normal görüyordu belki de.

      Aysun Hanım kendi çocuğunu korumak istemesi dışında bir öfke de yaşıyor, oğluna bu lakabı takan çocukları tokatlamak, onlara hadlerini bildirmek istiyordu. Oysa bu çocuklar da Barış’ın yaşıtı, daha ne yaptığının bile farkında olmayan birkaç öğrenci değiller miydi? Kendi oğlu gibi ana kuzusu bu birkaç çocuğa kin duyduğunu fark edip böyle zamanlarda kendinden utanırdı.

Fakat şimdi her şey, az önce yağmur yağdığı için spor salonunda yapılan beden dersinde tekrarladı. Barış’ın bel kemiklerinde doğuştan eğrilik vardı. Bebekliğinden itibaren birçok tedaviler görmüş fakat tam olarak omurgası düzelmemişti. Doktorlar bu hastalığın akraba evliliklerinde sık olduğundan bahsetmişlerdi. Birçok hareketi yaşıtları kadar esnek yapamıyor, beden derslerinin sadece ısınma kısmına giriyor sportif aktivitelerde pek bulunamıyordu. Zamanla beden dersleri Barış için ilk on dakika ısınma hareketlerini yapıp, ardından ders sonu ziline kadar spor ayakkabı ve eşofmanla kitap okuma dersi oldu.

Elinde bir roman, tribünde arkadaşlarını izleyip ara ara da kitabını karıştıran Barış’ı arkadaşları o gün: “Kız Barış, hadi gel beraber oynayalım.” diye çağırdılar. Aslında bu kez yenilen takımı sayıca avantajlı duruma geçirmek için, gerçekten de ona ihtiyaç duydukları için çağırmışlardı. Hem de kötü bir şey dememişlerdi ki, sonuçta herkesin bir lakabı vardı onunki ‘Kız Barış’tı.

O sırada okul zili uzunca zırladı. Gün sonu zili diğer teneffüs zilleri gibi melodik değildi. Kulağında bu huzursuz ses ile Barış, okulun spor salonundan çıktı. İlkokul beşinci sınıftaki bir çocuk için iyi bile dayanmıştı. Okulun çıkışında artık gözyaşlarını tutamaz oldu…

Annesinin onu her zaman arabayla beklediği, okulun önündeki kapıya doğru yöneldi. Yürürken “Şimdi arabada keşke babam da olsa, kendimi nasıl güçlü hissederdim.” diye geçirdi içinden. Barış, asık suratı ve dolu gözleriyle, araçların silecek hareketlerini izleyerek, yağmuru umursamadan, ağır ağır annesinin arabasına yaklaştı. En sonunda arabanın kapısını açıp annesinin yanına oturduğunda annesi daha bir şey sormadan, Barış hüngür hüngür ağlamaya başladı. Anne birkaç gündür kesilen alayların tekrar başladığını anlayarak “Gene mi?” dedi. Barış daha derin hıçkırıklarla ağlayarak annesine sözsüz bir onay verdi.

     Kadın, sileceklerin ve buğulanmış camın içinden dışarıyı izledi. Yağmurda koşuşan afacanlara, şemsiyelerini dikkatsizce savuran insanlara, çocuklarının çantasını taşıyan annelere baktı. Okul çıkışının önüne -çocuklar birden yola çıkmasın diye- çekilen demirin üstünden atlayan çocuklardan irkildi, onlara araba çarpacak diye korktu. İnsanın nasıl bir canlı olduğunu düşündü. Daha çocukken bile kendinden güçsüz olduğunu hissettiği bir başkasını ezmekten keyif alıyordu insanoğlu. Radyoda çalan yumuşak müzik yerini haber bültenine bıraktı. Derbi sonrası çıkan kavgada bir kişinin öldüğü bir kişinin ağır yaralandığı haberi duyulunca “Bir takımın diğerine üstün gelmesi yüzünden kavga çıkıyor ve insanlar ölüyor. Taraftar kimlikleri insanları adeta birbirine düşman hale getiriyor.” diye düşündü Aysun Hanım, sinirle radyoyu kapadı.

Oğlunun boynuna sarıldı. Koklayıp öperek kulağına “Merak etme Barış’ım yarın halledeceğim ben bu işi.” dedi ve yavrusunun gözyaşlarını sildi.

        Barış annesinin verdiği teminatla biraz sakinleşse de okuldan eve yolculuklarında yağmurun sesi, ağlama ve hıçkırık sesleri eşlik etti. Bir ara dönüş yolunda trafik tamamen durma noktasına geldi. Yayalar yolu kapatmıştı. Kalabalığın arasındaki polisler de yürüyüş yaparken yolu kapatan bu yayaları uzaklaştırıp zaten yağmurdan iyice ağırlaşmış trafiği açmaya çalışıyordu. Aysun iş arkadaşlarını tanıdı. Onlar çalıştıkları fabrikada grev yaptıkları için işten çıkarılan bir sendikanın üyeleriydiler. Gerçi ne greve ne yürüyüşe katılmamıştı ama aynı sendikaya üyeydi ve fabrika bu kişileri işten atmak için fırsat kolluyordu.

         Eve geldiklerinde kapıyı anneanne açtı. Gözleri kan çanağı olmuş Barış’ı gören anneanne, geçen hafta içinde yaşananların tekrarlamış olduğunu anladı. Hiçbir şey yokmuş gibi Barış’ı neşeyle kucakladı, sarıp sevgi dolu laflar etti, çünkü bu konulara karışması her seferinde kızı tarafından uyarılmasına neden oluyor, tartışma daha da büyüyordu.    

Aysun Hanım evinde başa çıkamadığı bir sorun yaşayınca önce boşanmakla hata ettiğini düşünüyor, sonra da kocasından zaten hiçbir sorumluluk almadığı için boşandığını hatırlayıp kendine yönelttiği bu suçlamalardan vazgeçiyordu. Gerçekten sorumluluk almıyor muydu kocası, yoksa sadece Aysun Hanım’ın annesi tarafından işi ve maaşı beğenilmeyen, kayınvalidesiyle geçinemeyen birisi miydi? 

Aysun Hanım eve her gelişinde bunları düşünür, kocası olmadan büyüttüğü çocuğunun ağırlığıyla kapıdan girerken, kendini dinlenmeye gelmiş gibi değil, hücre olarak gördüğü evine ceza çekmeye giriyor gibi hissederdi. Sadece evle bitmiyordu ki, dul bir kadın olmak toplumda bu şekilde bilinmek ne kadar da tedirgin ediciydi. Yanında üst üste birkaç kez gördükleri tüm erkeklerle adını çıkarabilir, türlü iftiralarda bulunabilirlerdi. Yaşadığı çevre, dul ve ayakları üstünde durmaya çalışan kadını, güçlü kadını sevmiyordu sanki, belki de hiçbir çevre sevmiyordu. Kız-kadın sözcüğünü bir hakaret olarak almak insanların daha çok işlerine geliyordu. Sadece insan olmak neden her şeye yetmiyordu? Yoksa başını mı örtmeliydi, yaftalanmamak için, tekrar mı evlenmeliydi, bu kez de çok koca değiştiriyor demezler miydi? Belki de eski kocasıyla tekrar barışmalıydı.

       Akşam evde herkesin toplandığı ilk anlarda ortamda gerginlik yüksek oluyordu. Aysun Hanım, annesine kendi hayatı üzerinde kurduğu egemenlikten ötürü duyduğu öfkeyi, incir çekirdeğini doldurmayacak bahanelerden kavga üreterek çıkarıyordu. Anneanne, kızının tek dayanağının kendisi olduğunu düşünerek alttan almaya başlıyor, böylece gerginlik yavaşça sönüyordu. Fakat evdeki bu huzursuzluk Barış’ın gözlerinde kalıcı bir korkuya dönüşüyordu.

Evin camlarını döven yağmurun sesine, kendisine asla yol verilmeyeceği korkusuna kapılmış, bir ambulansın sirenleri karıştı. Aysun Hanım yürüyüş yapan işten çıkarılmış arkadaşlarına bir şey olmuş olmasından korktu. Anneanne ve anne evde olanlarla yemek hazırlayıp bir sofra kurdu. Kitapların dünyasında huzurunu bulmuş Barış sofraya çağırıldı, odasından gelince de hep beraber yemeğe başladılar.

Anneannenin gözü yemek boyunca, aklı bir an önce kitabına dönmekte olan torunundaydı. Anneyse ağzında gevelediği lokmaları yutmaya uğraşırken “Çalıştığım firma her gün sudan bahanelerle işten yeni birini çıkarıyor, bu berbat piyangonun bana vurmasına az kaldı. Oğlumun küçük yaşında hem okul çevresinde zor günler yaşamasının hem de evde babasız büyümesinin suçlusu benim. Annemin dolduruşlarına gelip boşandım. Neden daha çok fedakârlıkta bulunmadım ki? Eşime karşı bulunmadığım fedakârlığı hayat başka yerlerden çıkarıyor şimdi. Barış’ın okulda yaşadığı sorunu müdürle eşim yanımdayken konuşmam gerek.” diye düşünüyordu.

Anne, epeydir ağzına koymadığı, ucunda yemek olan çatalı elinde döndürüp duruyordu. Barış “Anne ben doydum.” deyince, annesi kendine geldi ve anneannesinin çoktan sofrayı toplamaya başladığını fark etti.

         Tatsız ve mutsuz yemekten sonra kadın telefona gitti, eski eşini arayıp yaşananları anlattı, yarın sabah okula gidip, okul müdürü ile beraber konuşmalarının daha iyi olacağını düşündüğünü söyledi. Eşi de işyerinden izin alarak geleceğini belirtti. O sırada Barış duyup üzülmesin diye bu konuşmalar sessiz yapıldı. Barış da bu oyunu bozmamak için duymadı…

Ertesi sabah anne, otuz beş yıldır uyandığı yağmur sonrası sabahlardan farklı olmayan bir sabaha daha uyandığını düşünerek, gözlerini güne açtı. Oğluna bir muzu zorla yedirip, çantasını hazırladı. Anneanne kızı ve torununu yolcu etti. Kendinin de inanmadığı bir ima ile “Allah işinizi rast getirsin.”  dediği duyuldu kapanan çelik kapının aralığından…

Baba okulun önünde dün telefonda konuştukları gibi bekliyordu. Barış okul kapısının önünde babasını görünce koşarak boynuna atladı, bir anda okula gelmenin verdiği tüm huzursuzluğu unuttu. Sevincini annesiyle paylaşmak için annesine döndü. Kendiyle alay eden çocukların bakışlarını gördü annesinin babasına bakışında. Ama umursamadı. Babasına sarılmak kitap okumaktan da güzeldi sanki…

Üçü beraber müdürün odasına gittiler. Eteğinin rengi mi, yoksa baldırlarındaki şiş duran kaslar mı bu hissi yaratıyordu bilinmez, Müdüre Hanım işini önemsiyor gözüküyordu. Anne ve babanın yüzündeki “acaba biz de bir suç var mı?” sorusunu okuyabiliyordu… Müdüre Hanım sesinin otoriter olduğu anlarda ailenin suçluluğunun arttığını fark ederek utandı, “Zor dönemler geçirmiş olmanıza rağmen Barış’a bunu hiç yansıtmadığınızı mutlulukla görüyorum. Öğrencimiz sadece Barış’a değil birçok arkadaşına bu tip davranışlarda bulunuyor. Aile ile çok net konuşup durumu çözmelerini sağlayacağım.” dedi. Bu sırada baba, eski eşinin ve Müdüre Hanım’ın da yüzüne şaşkınlıkla bakarak “Ben birkaç kişinin bu şekilde davrandığını sanıyordum.” dedi.

            Müdüre Hanım “Muhakkak birkaç kişi ama asıl bu olayları başlatan biri var, öğretmenimiz olayları bana ayrıntılı anlatı. Ben öncelikle ve ağırlıkla o çocuğun ailesiyle konuşacağım.” dedi.

          Müdüre Hanım’ın çözüm bulacağını ima eden tavrı anne ve babanın kendilerini daha iyi hissetmesini sağlamıştı. Görüşme bitince aileyi kapıya kadar geçirdi. Kapıdan çıkarlarken Barış’ın başını sevdi. Anne baba oğullarının elini uzun bir zaman sonra tekrar aynı anda tutuyordu. Barış’ı geç kaldığı derse girmesi için sınıfına bıraktılar. Yaşadığı tüm tatsızlıklara rağmen Barış için müthiş bir keyifti bu sahne… Sınıfın kapısı açıldığında arkadaşları da görmüştü anne ve babasını.

Anne baba okul çıkışına doğru yürüdü. Sessizliği ilk bozan anne oldu: “İyi olacağını, hallolacağını düşünüyorum. Kaça kadar izin aldın, ben sabahtan izinliyim vaktin varsa bir şeyler içip konuşalım mı?”

 “Olur, iyi olur uzun zamandır kimseyle sohbet etmiyorum.” dedi baba. İkisi de kendi hafızalarında son olarak beraber mutlu geçirdikleri günlere dönmüşlerdi. Kadının arabasına binip okuldan uzaklaştılar…

İzzet Akın Tütüncüler

Leave a Comment

İlgili İçerikler