0

Ötesi Mavi: Düşle Gerçek Arasında Bir İroni

Adem Tekden’in ilk öykü kitabı Ötesi Mavi, Kitapyurdu etiketiyle raflardaki yerini aldı. İlk öyküsünü 2014’te yayımlayan Tekden, ilk kitapta nadir görebileceğimiz özenli dili, işlenmiş metinleri ve olgunluğu yakalamış bakış açısıyla aradan geçen zamanın çok da uzun sayılamayacağına bizi ikna ediyor.

Bir yazarın ortaya koyduğu metinler, hangi kanallardan beslendiğinin şifrelerini de verir şüphesiz. Bu şifreler, elimizdeki metinleri, hangi düzleme yerleştireceğimiz konusunda bize yardımcı olur. Bu bağlamda Ötesi Mavi’deki öyküler, karakterlerin baskın anlayışa karşı konumlanışı ve kaotik yaşamı anlamlandırmaya çalışması yönüyle Adalet Ağaoğlu, Kafka ve Haldun Taner’i anımsattığı söylenebilir.

Adem Tekden, öykülerini yazarken tek bir düzen üzerinde ilerlemez. Değişik tarzları, bakış açılarını, teknikleri denemekten çekinmez. Kimi zaman deneysel öykülere yaklaştığı görülür. Postmodernizmin imkânlarını, geçeklikten bir kaçış olarak değil bizzat yoğun ışık altında kaybolmaya yüz tutan hakikati görünür kılmak ve kendi bakış açısını netleştirmek için kullanır. Bu tercih, bazen öyle bir noktaya gelir ki hayatımıza dikte edilmeye çalışılan kurallar yığını gibi eldeki metnin de bir oyun/kurgu olduğu bize içtenlikle söyleniverir.

Öyküler daha girişte atmosferini kurar. Yazar, okuyucunun ilk adımda öykünün akımına kapılmasına özen gösterir. Bunu daha çok ritim, bakış açısındaki etki ve merak unsurlarıyla pekiştirir. Okurdaki devam ve merak hissini, olaylardan çok, çarpıcı akıl yürütmelerle ilerletir. Ritim hem akışkanlık hem atmosfer yakalamak için titizlikle kullanılır.

Theodor W. Adorno sanatın şen olma hakkını günümüzde yitirdiğini söylese de Tekden, öykülerinde hüzünden mutluluk çıkarma peşindedir. Bu yönüyle Sabahattin Ali, Feyyaz Kayacan ve Oğuz Atay’dan etkilendiği söylenebilir. Acıyı ironinin gücüyle bastırmaya çalışır. Yalın ve serinkanlı anlatımı tercih etmesi; ironi, soyutlama, imgesel anlatıma yaslanması bunu başarmasında etkili olur. “Kendini kandıran” klişe söylemlere başvurmaktan kaçınır. Görünürün ardındaki geniş dünyaya dikkatimizi çekerek sömürülmüş kavramlar bütününün insana refah getirmeyeceğine, bunu daha geniş bir pencereden değerlendirmemiz gerektiğine bizi inandırmaya çalışır.
En hüzünlü hikâyeleri bile tebessüm ettirerek –kahkaha değil- anlatır. Bir şekilde yoğun hüznü kadife bohçalar içinde tebessüme sararak anlatmanın yolunu bulur. Lütfen Aramızda Kalsın öyküsündeki çocuğun baş başa kaldığı problemle Hamlet ’in o çok bilinen problemi –çivisi çıkmış bir dünya-; ya da Safran Foer’un gerçeğin perdesini aralamak zorunda bıraktığı çocuk arasında fark yoktur:

Özgürlük istediğin yöne dilediğince adım atabilmek değildir. Bir düşünceyi savunabilmek, dilediğin bir kitabı okuyabilmek de değildir. Babam bir fikri yanlış anlaşılacağını düşünmeden yazabilmek özgürlüktür, derdi. Anlamazdım. Babam anlaşılması zor bir adamdı zaten. Annem okuduğu kalın kitaplara verirdi bunu ve yaptığı her anlaşılmaz tanım için bir iş buyururdu ona. Bu genellikle çöpleri çıkarmak olurdu. … Bugün babamı anlıyorum fakat bunda da yanıldığını görüyorum. Bence özgürlük akşam işten gelince çocuğuna sıkıca sarılıp uyuyabilmektir.

Çocuk, hayatı anlamaya çalıştıkça ironik bir gerçekliğe çarpar. Babasının başına gelen bütün kötülüklerin, ‘düşün’mekten ve ‘okuma’ktan geldiğini düşünür ve babasının tüm kitaplarını satar. Artık büyümüş olan çocuk babasından oldukça farklı düşünüyordur:

İlk kez babamın bir mücadelesi –kitap biriktirmek- karın doyuracaktı. Ben mi? Babam çok isterdi fakat okumadım. İki saat çalışmayla okuyan insanlardan daha çok kazanıyorum. Kalan zamanımı akşama kadar kahvede okey oynayarak geçiriyorum. Hiçbir şey okumuyor, düşünmüyor, yazmıyorum. Buna ödül olarak akşam evime gidiyor, çocuğumla kucaklaşarak uyuyabiliyorum.

Bu serinkanlı anlatım bizi ilk öyküde, -Mümkün Hayaller- karşılar. Öykü, çerçeveleme tekniğiyle kurulur. Bir genç, basit bir baskılanma hıncıyla –kendince- bir hayal dünyasının kapılarını aralar. Gerçek mi düş mü sorusunu sorduğumuz noktadan -Tzvetan Todorov’un tanımıyla- bir adım daha ileriye geçtiğimizi, olağanüstünün sınırlarına temas ettiğimizi hissederiz fakat bilinçli şekilde çizginin öte tarafına geçmez yazar. Öykü bir taraftan karıncaların dünyasında -Golding’teki gibi yüzeysel bir görünümde- ilerlese de ürkünç (!) bir sistem eleştirisiyle karşı karşıya kalırız. Öykü ideal bir yönetim biçimini arayan karıncaların parlak fikri (!) insanın kendini büyük görmesine alaycı, acı bir bakıştır:

Şimdi size karınca topraklarına sığmayacak bir müjde vereceğim. İçimizdeki en zeki karıncalardan bir ekip kurdum. Görevleri insanların yönetimini araştırmak olacak. Onlar gezegenimizin en zeki ve onurlu varlıkları. Onların yönetim anlayışında bizimki gibi anlamsız düğümler olmaz. Onlardan öğrendiğimiz yöntemlerle daha mutlu bir topluk olacağız.
Liderimiz çok yaşa! Liderimiz çok yaşa! Liderimiz çok yaşa!

Yalnızlar Sofrası, deneysel bir öyküdür. İlk kez Alan Cooper’ın adıyla hayat bulan “Kullanıcı Personaları” bir bakıma maske çıkarılır; karakterlerin düşünceleri, bir tavır olarak açıkça kurgunun yüzeyine çıkar. Yazar o an –metin okuyucuyla buluştuğu an- öyküyü okuyan insanları tahmin etmeye çalışır ve muhtemel karakterlerin dünyasına dâhil eder bizi. Burnundan kıl aldırmayan bir yazar, başında kavak yelleri esen bir lise öğrencisi, sisteme mahkûm olmuş bir öğretmen ya da bir ev hanımıdır bu kişiler. Öykü, samimi bir sohbet havasında ilerler. Modern öykünün alamet-i farikalarından olan oyunbazlık burada ‘anlatıcının mikrofonu okura uzatması (N. Tosun)’ şeklinde kendini gösterir. Yazar bir boş sayfa açar ve kestiremediği okuyucuya seslenir:

Tamam, ben çıkaramadım, sen kendini yaz, desem… Kalkıp kalem almaya üşeneceksin. Elinde kalem var diyelim, böyle şey mi olur canım, diyecek, gülüp geçeceksin. Ya da huzurun kaçmış gibi kımıldayacak, anlaşılmayan birkaç kelime geveleyeceksin.

En son, öyküyü bir eleştirmen okur ve yazar kendi öyküsünün kritiğini yapar eleştirmen- diğer bir ifadeyle okuyucu- gözünden. Öykünün tamamına saçtığı soru işaretlerini bir bir toplar sonra. Aslında bu öykünün bir sofra olduğunu ve bir şekilde kendini yalnız hissedenlerin buraya oturduğunu vurgular. Öyküler ilerledikçe ilginç karakterler karşılar bizi. Bu bazen buruşturulup uzaya atılmış bir kola tenekesi bazen henüz doğmamış, o adımı atamamış bir bebektir. Kitabın kapağındaki kadının ismini öğreniriz Prosopagnozi öyküsüyle. Bu kez günden güne hatırlamayı unutan –eşinin yüzünü bile-, yüz körlüğü hastalığına yakalanan karakter çıkar karşımıza. Karakterin eşiyle verdiği zorlu mücadeleye tanıklık ederiz. Öykünün sonunda hatırlamanın diyalektiği yapılır. Karakter, hastalığı yener fakat tekrardan insan yüzleri hatırladığı güne lanet eder. Yine acı bir tebessüm yayılır yüzümüze.

Bir Akıllı Değilin Defteri öyküsünde Selim’in mücadelesine dâhil oluruz. Dünyanın çivisini takmaya kafa yoran bir “deli”dir Selim. Fakat öykü boyunca Selim’in Dünya’nın koca meselelerini tereyağından kıl çeker gibi halletmesini şaşkınlıkla izleriz. Öyküde akıllı ve deli kavramı yer değiştirmiştir. Selim’in normal insanların safına adım adım geçişine tanık oluruz; o artık gerçek bir delidir.

Zeytin Ağacı’nda karakter bir zeytin ağacıdır. Daha doğrusu biz öyle zannederiz finale kadar. Bir çocukla oyun oynama eğilimindedir anlatıcı ses. Bu basit görünüm içinde anlatıcının derin, ağır, dokunaklı meselelere; her türden korkuya kapı araladığını görürüz.

Büyüyünce bilir insan korkuyu, küçükken sadece korkar. … Bir kişi yirmi beş yaşında kırk yaşındakinden daha namusludur, diyordu yazar, günler ilerledikçe kirlenmekten nasıl korktuğumu… [Sor.]

Yalan’da trajik gerçekliği mizaha dönüştürerek bizi güldüren yazar, Uykudan Önce öyküsünde, konusu olmayan ve mesaj vermeyen bir öykü yazma peşine düşer. Başlıktan öteye gidemez yazarımız. Ama bizi gerçekle baş başa bırakmaktan da geri durmaz. Ve Kafka’nın o sözünü hatırlarız: “Düş gerçeğin örtüsünü kaldırır.”

Aylardır tasarladığım öyküyü yazacağım. Bir konusu olmayacak ve dahası mesaj vermeyecek. Mümkün mü, diye duraksıyorum ilkin. Kitaplar dolusu –böyle yazan- yazar gelince aklıma cesaretleniyorum. Yalnız bir fark olacak. Okur sıkılmasın diye estetik bir dil kullanacağım. Dilin güzelliği hatırına okunacak. (E, bu da bir şey anlatmak olmuyor mu gibi paradoksal bir düşünmeyi aklıma getirmiyorum. – Aklıma getirmiyorum paradoksunu da aklıma getirmiyorum.-

Devamında her devrin adamı olan bir gazeteci karakterle kesişir yolumuz: Bay Duayen. Kullanılan figürler geçmiş bir zamanı çağrıştırsa da belki de hemen yanı başımızda, yakın bir zamanda yaşanmıştır/ yaşanmaktadır hikâye. Erikson’un kuramıyla paralel ilerler anlatılanlar. Bay Duayen öykünün sonunda “eskiden çok tekrarladığı kuralı hatırlar: ‘Aksi sesleri susturan tek ses kurşun sesidir.’” “Tak!”

Referans, hakkaniyetin olmadığı bir dünyada değerlerin ve özellikle sevginin nasıl eridiğini gözler önüne serer. Öykü bitince Haldun Taner’in (Küçük Harfli Mutluluklar) şu sözü çınlar kulaklarımızda: “Dünyada hiçbir şey, karşısındakini kandırdığını sanan bir budalanın sevinci kadar komik değildir.”

Tekden’in öykülerinde, genelde, baskılamaya ve hayatı yaşanmaz kılmaya dönük bir gücün araçsallıktan çıkıp amaç olmaya doğru evrilmesi ve bu durumu tanımlamakta güçlük çeken karakterlerin temkinli, bir o kadar da kendinden emin adımları dikkat çeker. Öykülerdeki karakterler, otoriter yapı içinde evrensel insani değerlerin aşınmasına baş kaldıran tiplerdir. Bu karmaşa içinde karakterlerin tek mücadelesi vardır: Kendi karakteriyle var olmak. Bu özellikleriyle Thedor W. Adorno’nun dikkat çektiği noktada belirir onun öyküsü: “Sanat yapıtının büyüklüğünün tek ölçüsü ideolojinin sakladığı şeyi dillendirmeleridir.” Fakat onun duruşu, ideoloji sözcüğünün dejenere olan çağrışımlarından daha çok dayatılan şeye, karşı duruşla ilgilidir. Otoriter yapının labirentlerinde kaybolmaya açık insanlardır, onun sesi. Bu ses kimi zaman yazarla bütünleşir, kimi zaman ortadan kaybolur, kaynağı belirsizleşir. Bazen hiç konuşmaz, mimetik bir anlatımı tercih eder.

Öyküler bitince kitabın en başındaki dizeler anlam kazanıyor: “Uzaklara/ satır satır kalabalığa çıkıyor yolum/ en kötü yalnızlığa…”

Her ne kadar öykülerin evreninde birçok karakterin dünyasına şahit olsak da kendi dünyamıza çekiliriz sonunda. Hepimiz. Ve yalnızlık orada başlar.

Alberto Manguel’in Kelimeler Şehri’ndeki şu ifadeleri bu yazı boyunca anlatmaya çalıştıklarımızın bir özeti gibi görünüyor: “Hikâyeler açlığımızı teselli etmeyi ve deneyimlerimizi isimlendirecek kelimeleri teklif edebilirler bizlere. Hikâyeler bize kim olduğumuzu ve eleğinden geçtiğimiz bu kum saatlerinin ne olduğunu anlatabilir. Bunca istismar edilmiş dünyada, konforlu bir mutlu sona gereksinim duymaksızın bize bir arada yaşamda kalmanın yollarını sunan bir gelecek önerebilirler. Şeylerin yüzeysel suretini yarıp geçebilir ve altında yatan derinliklerin farkına varmamızı sağlayabilirler.”

Merve Sagpazar

Leave a Comment

İlgili İçerikler