0

1918 yılında Kafkas İslam Ordusu’nun bünyesinde
Azerbaycan’da Bolşevik Taşnak çetelerine karşı savaşta
şehit olanların aziz hatırasına

Seksen yaşlarında bir ihtiyar, parti başkanın makam kapısının önünde dizilmiş bekleme sandalyelerinden birinde sabırla oturuyordu. Kaç gündür sürekli gelip gidiyordu ama bir türlü başkanı makamında ziyaret edemiyordu. Nedeniyse başkanın, yani ünlü şairin yurtdışında olmasıydı.

Sonunda başkan geldi ve makam odasının kapısına yığılmış herkes onu görünce ayağa kalktı. İhtiyar da kalkmaya yeltendi ama başkan hemen onu fark etti ve yanına gelerek kalkmasına dahi izin vermedi. (Başkan onun bazı yalaka ihtiyarlar gibi hemencecik oturduğu yerden kalkıp koşmadığını, sadece aldığı terbiyeye göre hafifçe yerinden doğrulmakla saygısını belirtmek istediğini anladı ve daha ilk anda bu garip ihtiyarı sevmeye başladı.) İki eliyle samimiyetle tokalaştı, kolundan yakaladığı gibi kendisiyle beraber makam odasına götürdü.

*

Başkan’ın odasında hemen sohbet koyulaşmıştı. İhtiyar durmadan konuşuyordu:

“…1918 yılında benim dedem Hasan Hüseyin Nuri Paşa’nın ordusuyla beraber Azerbaycan’a gelmiş. Karameryem’de( ), Gökçay ilinde, ordu o yollardan geçip gelmişti. Onları karşılayanlar arasında bizim hemşehrimizden Sultan Bey’le Kaçak Ferzali de vardı. Paşa’yla kısacık konuşmadan hemen sonra bir hayli silah ve her birisinin yanına da bir eğitmen veriyor Nuri Paşa. Eğitmen, nasıl diyeyim, yani askerleri savaşa hazırlayan, onlara silah tutmasını, savaşmasını öğreten kişi… Lafı uzatıp yormuyorum değil mi, seni?”

Şair, kafasıyla onaylayarak; “Ne demek, asla…” dedi.

“Evet, Karameryem’e, Sultan Bey, Kaçak Ferzali ve demin ismini söylemeyi unuttum, Behlül Efendi ta Zengezur’dan( ) gelmişlerdi. Yani bizim köylerden. O zamanlar ne Laçin vardı, ne Zengilan, ne de Kubatlı.( ) Hepsi Zengezur diye geçiyordu. Evet, şu anki haliyle anlatacak olursam, Sultan Bey Laçin’den, Ferzali Zengilan’dan, Behlül Efendi’yse Kubatlı’dan gitmişlerdi. Söyledim ya… Kaçak Ferzali’nin bölüğünün eğitimi için eğitmen olarak benim dedemi göndermişlerdi. Dedem orada çok çalışmış. Pircivan, Mincivan, Baharlı, Bartaz( ) ve diğer köylerin gençlerini Ferzali’yle beraber toplayıp askeri eğitim vermiş. Kısa sürede çok güzel eğitilmiş silahlı bir birlik kurmuşlar. Sultan Bey’le Kaçak Ferzali’nin bu eğitilmiş birlikleri Ermeniler’in Zengezur’dan geçip Karabağ’a girmesine engel olmayı başarmış. Ermeni komutan Dro’nun, Nijde’nin ( ) birlikleri çok büyük kayıplar vererek geri dönmek zorunda kalmışlar…”

İhtiyar başını ellerinin arasına aldı, sustu. Sonra gözlerini makam masasının arkasında ayakta kendisini sabırla dinleyen şaire dikti:

“Oğlum, bunları daha fazla anlatıp kafanı şişirmek istemiyorum. Sen tarih okumuş adamsın, bunları zaten bilirsin… Demem o ki, Nuri Paşa’nın ordusu bizi Ermeni Rus soykırımından korudu ve maalesef kısa süre sonra geri dönmek zorunda kaldı. Ama dedem çarpışmada birliklerinden uzak düşmüş, Nuri Paşa ve birlikleri Türkiye’ye dönünce safından ayrılmış turna misali doğduğu Bursa’dan uzakta kalıvermiş bizim Zengezur’da, köyümüzde… Ferzali’ya güvenmiş, bizim halka sığınmış…”

“Amca, burası da onun vatanıydı zaten. Belki de bir güzel gönlünü çalmıştır, kim bilir?”

Parti başkanı yine şair gibi konuştu ve kıvırcık saçlarını elinin tersiyle geriye iterek güldü. İhtiyar da gülümseyiverdi.

“Evet, orası öyle. Fakat vatan bambaşka bir duygu… Dedem hep Türkiye sevdasıyla kavrulmuş. Ancak dedemi buralara bağlayan bir güzel vardı muhakkak. O yüzden o çınarlı köyde kalmış. Bilirsin, bizim çınar dünyada bir ilktir…”
Yanlış söylediğini anlatmak istedi ihtiyara. “Dünyada ikinci, Avrupa’da birincidir o ormanlar” diye ikaz etmeyi düşündü, ama bu aksi ihtiyarın söyleyeceklerini asla kabul etmeyeceğini anladığı için tebessüm edip sustu şair. ( )

“Ha, ne anlatıyordum, evet, dedem Hasan burada evlenmiş, çoluğa çocuğa karışmış… Ninem de soylu bir ailedenmiş yani. Taşnaklara, Rus pristavlarına kahramanca savaşmış bir ailedenmiş… Ermeniler ve Ruslar, babam doğduktan yaklaşık beş yıl sonra köyde kulak, casus aramaya başlamışlar ev ev dolaşarak. Bir iki zengini öyle tutuklamışlar. Sonra Ferzali’yi, daha sonra da dedemi. Götürüp il merkezinde bulunan büyük kanalın karşısında sırayla kurşuna diziyorlar. Kurşun affedersin dedemin testisini ıskalayıp geçiyor. Dedem kan içinde cesetlerin altına girmiş, karanlık bastırdığındaysa kanalda yüzerek evine gelmiş. Kayınbabası hemen kazmayı alarak evin içinde bir yer kazmış, dedemi orada saklamışlar. Yarasını dağlamışlar. Tam tamına beş sene boyunca dedem o saklı yerde yaşamış. Ara sıra geceleri dışarı çıkar, temiz havayı ciğerlerine çekermiş. Ninemle başbaşa kaldığında dertli dertli türkü okurmuş:

İstanbul’un yolu oyma oymadı,
Bu canım Bursa’dan asla doymadı.
Asya, ölüyorum, canım, ölüyorum,
Asya, ölüyorum, hanım, ölüyorum…

Öyle olunca da ninem gönül koyuyormuş, ‘sen beni sevmiyorsun, Asya’yı seviyorsun’ diye. ‘Ben Türkiye’yi kast ediyorum. Asya mı var bu dünyada? Bu türkü, bu ninni…’ Ehh şair oğlum, sen daha iyi bilirsin; biz kendi öz topraklarımızı hep kaybettik. Gerçi, dedem, çok yaşadı, ama iyi ki tam zamanında ölüverdi; şimdilerin Karabağ’ın, Zengilan’in işgalini görmedi. Diyeceğim, beni, benim gibi nice eğilmeyecek insanları çok ezdi bu toprakların işgali oğlum… Şimdi…”

Adam ağlayacak gibi oldu, ama hemen toparladı kendisini. İşte o anlarda şairliği üzerinde olan milletvekili az daha bu kartal bakışlı adama sarılarak ağlayacaktı. Onun kendi lehçesinde toprak demesi duygulandırmıştı. Hemen toparlandı:

“Amca, söyleyin lütfen, sizin için ne yapabilirim? Bir ihtiyacınız var mı?”

İhtiyar adamın sanki bir anda dünyası yıkıldı. Şahin gözlerindeki ateş bir anda söndü. Gözlerinde pişmanlık vardı: “Bu beni ne zannediyor? Neden herkesin onlara yalvarmak için geldiğini düşünüyorlar? Belki de gitmeliyim artık…” Ama durdu, azıcık kendine geldi ve başını kaldırdı:

‘‘Biz seni öncelikle bir şair olarak seviyoruz. İkincisi, seni cesur bir adam olarak, dünyadaki Azerbaycanlıların ve tüm Türklerin sesi olarak seviyoruz. Bir örgüt vardı hani? Ben bile söyleyemiyorum ismini, o örgütün üyeleri olan kuzeyli ve güneyli Azerbaycanlılar da seni lider olarak sevdi. Üçüncüsü, senin inatçı, cesur birisi olduğunu biliyoruz… Rus tankının önünden dahi kaçmadın. Biz Türklerin başına ne geldiyse, işte o cesurlukları, eğilmezlikleri yüzünden gelmiştir. Ben de hep başını dik tutan o yıkılmaz insanlardan birisiyim… Osmanlı töresi ölür, ama el açmaz!..’’

Konuğunun sözlerinden biraz alınsa dahi, çok hoşuna gitti söyledikleri. Bugün nasıl güzel bir gün, Allah’ım! Sonunda bir adamla karşılaştık… Ama nasıl da güzel söyledi: ‘Osmanlı töresi ölür, ama el açmaz!’ Hiç doğru değildi yaptığım… Bu yaşlı duygusal adama bunu niçin dedim?”

‘‘Neden seni bu denli yordum, biliyor musun? Başka birisi olmuş olsaydı direk konuya girecektim, ama seni kendime yakın olarak gördüm… Üzgünüm, uzattım, seni de bıktırdım…”

‘‘Sorun değil, ne demek, buyurun…’’

‘‘Bu zorlu koronovirüs günlerinde bir torunum doğdu. Ona Bursa ismini verdim… İsmi kaydettirmek için başvurdum… Şimdi o görevliye ne diyorlardı?..’’

Şair, derin düşüncelere daldığı için sorunun özünü anlamadı ya da cevaplamadı. Adam da ondan bir cevap beklemiyordu:

‘‘Evet… Muhtar… Muhtar böyle bir isim verilmesine iznin olmadığını söyledi. Ya, oğlum, diyorum, ben burda doğmuş olsam bile aslen Bursalı’yım. Rum halkıyım, anlamıyor, anlatamıyorum bir türlü. Ha, kaçak Ferzali ne diyormuş, biliyor musun? ‘Evvel de Rum, ahir de Rum!’ Yani, evvelimiz de Rum asıllı, sonunuz da Rum’a gidecek! Bilirsin, ta eskilerden biz Kafkasyalılar Türkiye’ye Rum deriz…”
*
Parti başkanı koca adamla bir bardak çay içinceye kadar olay hemencecik çözüldü. Başkanın ihtiyar adamla konuşurken internet üzerinden bakanlığa yazdığı mektuba şöyle kısa bir yanıt gelmişti: “Sayın milletvekilinin sorusuna uygun olarak çocuğa Bursa isminin verilmesine, özel bir durum olarak izin verilmektedir.”

İhtiyar adam dalmıştı. Babasının söylediklerini anımsadı:

“Dedem can çekişiyordu. Sürekli ‘Bursa! Bursa!’ diyerek iki gözü iki çeşme ağlıyordu. En sonunda babam dayanamadı. Komşumuz Eşref öğretmene bir mektup yazdırdı. Türkiye’nin Bursa vilayetinin, dur bakalım, dedem nasıl diyordu, evet, evet, Bursa ilinin, hani bizler ‘el’ diyoruz, onlar da ‘il’ diyorlar işte, Bursa ilinin Sultan Orhan Mahallesi’nde yaşamış ve Nuri Paşa’nın Kafkas İslam Ordusu’yla beraber Azerbaycan’da savaşmaya gelmiş, dur bakalım dedem nasıl diyormuş, evet er Hasan Hüseyin Rahim oğlu Zengilan ilinin Rezdere Köyü’nde kalmış, orda evlenmiş ve şu an çok ağır hasta. Bize yanıt verirseniz çok seviniriz. Sene 1969.”

Dedem o mektubu yazıldıktan sonra üç ay daha yaşadı. Ama hastalık onu iyice sarsmıştı. O dönemden anı olarak kalan kasığındaki kurşun yarası bir süre sonra iyileşmeyecek hale gelmişti. Bir güz gecesi son sözü ‘Bursa’ oldu, ötelere intikal etti…”

“Hüseyin amca, müjdemi isterim…”

İlk başta şairin söylediklerini anlayamadı. Ama onun yüzündeki hoş tebessümden herşeyin yolunda gittiğini anladı…

*

Artık Mayıs ayının son günlerinden bu yana, koronavirüs salgını nedeniyle uygulanan karantina rejiminin hafifletilmesiyle ilgli gelen haberler Hüseyin dayıya azıcık da olsa umut vermişti. Onun uzun süredir hazırlandığı Türkiye ziyaretine galiba izin verilecekti. Evin sundurmasında, torunlarını dizlerinin üzerine almış şöyle diyordu:
“Bursa’yı dedem göremedi, babam göremedi, ama galiba ben göreceğim. Hatta görmek de ne kelime, babamın söylediği gibi mezarına dökmek için Bursa’dan toprak dahi getireceğim.”

Bu sırada içeri odadan bebek ağlaması duyuldu. Adam bahçede iki vişne ağacına bağlanmış ipe çamaşır asan gelinini çağırdı:

“Kızım, Bursa’nın sesi geliyor…”

Azad Karadereli

(Azerbaycan Türkçesinden Oktay Hacımusalı tarafından çevrilmiştir.)

Leave a Comment

İlgili İçerikler