KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
Her sabah ki gibi istemeye istemeye gelmiştim, kendimi hapishanede gibi hissetmeme neden olan bu beton yığınına. Ayaklarım geri geri giderken hastanenin bankosunda koşar adım varmıştım bile. Her gün ki gibi çılgın bir kalabalık vardı ama ben sadece uğultuları duyuyor, yine ve yine bomboş sorularla muhatap oluyordum. “Tuvalet nerde, röntgen yerini öğrenebilir miyim acaba?” gibi kan dolaşımımı ve sinir kat sayımı doruklara ulaştıran cümlelere, evet efendim, tamam gibi tek kelimelik cevapları tekrarlıyor ve sonra yine kendi yalnızlığımın içine gömülüyordum. Olmak istemediğim bir yerde, olmak istemediğim kişililerle dolu bir odadaydım ve ne tarafa dönsem kendi öfkemi görüyordum.
Her gün birbirinin aynı gibiydi artık benim için. Sanki her sabah beni dibe çeken bir çamurun içinde debeleniyor sonra, saatler ilerledikçe üzerimde ki o çamur ağırlığını hissetmeyecek kadar hissizleşiyordum. Saçma duygu geçişleri yaşıyordum anlaşılamayan. O anda bizim bölümün dışarıya açılan kapısı, tırnağın biraz fazla kesilince bir şeyleri tutmaya çalışırsın ya, işte tam o anlamsız hissi veren ürpertiyi andıran cızırtısıyla açıldı. Kafam istemsiz dönmüştü, aslında her an koşarak çıkmak istediğim o kapıya. İçeriye, ince yapılı, uzun boylu sarışın bir kadın girdi. En fazla kırklarındaydı, oldukça sağlıklı ve atletik görünüyordu. Saçlarını sıkı sıkı toplamış zaten gergin olan yüzü iyice ortaya çıkmıştı. İnce dudakları, küçük dağları ben yarattım gibi duran dik burnu ve büyük siyah gözleriyle oldukça çekici bir kadındı. O bel nasıl o kadar ince olabiliyordu, korse falan giymiş olabilir miydi? İçimden ne güzel yaratılmış bir mahluk diye geçirdim. Zaten dipte olan ruhuma bedenim de eşlik etmeye başlamış, daha da çökmesin diye rutine bindirdiğim teselli cümlelerini kendime sıralamaya başlamıştım. ‘’Ne fark eder ki ben çirkin olsam? Ne fark eder ki kimse beni görmese? Dış güzellik nedir ki zaten?
Birden silkelendim. Yine saçmalayama başlamıştım. Hayatın adaletsizlikleri ilk defa beni bulmuyordu sonuçta dedim ve günün ilk sert kahvesinden büyük bir yudum aldım.
Kadın büyük adımlarla benim sol çaprazımdaki koltuğa oturdu. Sanki bilerek daha da yakınıma geliyordu. İnşallah bana bir şey sormaz diye geçirdim içimden. Yani ben içimden geçirdim sanıyordum ki, sesli söylemişim. Çok da haz etmediğim gerçekten sadece mesai arkadaşlığı boyutunda bir ilişki yaşadığım Sevda’nın beni uyarmasıyla kendime geldim. Başka taraflara dönmeye çalışıyordum ama olmuyordu. Kadından gözlerimi alamıyordum. Bir şey vardı onda, bunu sırf altın orana sahip yüz hatlarından dolayı söylemiyordum. Çok derin bakıyordu ve bakışların içinde başka bir hüzün vardı. Nerde olsa tanırdım bu ifadeyi. Çok da eski değildi aynı görüntünün benim gözlerimin içinde de fark edilir olması. Ben bunları düşünürken küçük, uzun saçlı sarışın bir meleğin, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle kadına doğru koştuğunu gördüm. Gözlerinde ki hüzün, o an sanki mutsuzluğa ara vermişti kadının. İlk defa birbirlerini gören anne kız gibi sarılmışlardı birbirlerine. Sonra bir adam belirdi. Tanrım bu ne yakışıklıktı! Örnek aile fotoğrafı tam karşımdaydı artık. Ama yine de başka bir şey vardı burada. Bu tabloyu kadının gözlerinde oluşan bulutlar gölgeliyordu. Konuşmalarına daha iyi duyabilmek için diğer hastaların rutin taleplerinden fırsat buldukça öne doğru çaktırmadan meyil ediyordum. Kadın “Kitle varmış, sarmış her tarafımı dördüncü aşamaymış geç kalmışız yani.” dedi. O an elimdeki kahve kupası kadar sıcak bir his baş parmaklarımdan yukarı doğru çıkmaya başladı. Nasıl olurdu bu? Çok gençti. Ama yanlış duymuyordum. Akımdan sadece “O küçük prenses için çok erken değil miydi, daha annesiz kalmak için çok küçüktü.” cümleleri geçiyordu. Hoş, annesizlik her yaş için hep çok erkendi. Ben kırkına merdiven dayamıştım annem gittiğinde. Ama hâlâ iliklerime kadar ilk gün ki gibi annesizdim.
Ne yapacaktı bu kız şimdi? Ben hiç değilse daha uzun süre sarılabilmiştim, öpüp koklayabilmiştim yapamayacak mıydı yani? Nasıl atlatacaktı bu durumu? Nasıl dayanacaktı? İnsan en çok annesi gidince kimsesiz kalıyor çünkü. O gidince asıl ve gerçek yalnızlık başlıyordu. Bununla yüzleşmek, kabullenebilmek için çok ufaktı.
‘’Şurada oturup biraz konuşalım.’’ dedi adam. İlerdeki kafeteryayı göstererek. Şok olmuş gibiydi ama belli etmemek, göz yaşlarını geldiği yerde tutabilmek için konuşurken görünen inci gibi dişlerini sıkıyordu, görünmediğini sandığı sol yumruğu ile birlikte. Arkadaşıma; ‘’Beni biraz idare et.’’ diyerek hemen arkalarında ki masaya yöneldim.
Kadın tane tane ve sanki bu durum başkasının başına gelmiş gibi soğuk kanlılıkla ve etraflarında koşarak oynayan kızının anlamayacağına emin olduğu anları kollayarak başladı anlatmaya. ‘’Pankreas kanseriymişim. Yani sandığımız gibi o şişkinliklerin halsizliklerin, karın ağrılarının sebebi midem değilmiş. Doktor, İki seçenek var dedi. Ya hastanede tedaviye devam edeceğim ya da evimde kocamla, çocuğumla son zamanlarımı sadece kendi istediğim gibi geçireceğim. Çünkü artık ilaç ve kemoterapinin işe yarayacağı dönemi geride bırakmışız. İki şekilde de ölüyorum yani ama bir seçenekte sizin yanınızda. Ben sizinle kalmak istiyorum.’’ dedi.
Yanlış mı duyuyordum ölüme adım adım hazırlık yapan bir kadının konuşması mıydı bu? “Kızımıza da söylemeliyiz.” diyerek ekledi sonra. ‘’Benden, hatta bizden duymalı gideceğimi.’’ dedi. Göz pınarlarımı zapt edemiyordum artık.
Bundan tam üç yıl önceydi. Bir akşamüstü annem herkesin en sevdiği yemekleri yapmış tüm aileyi de davet etmişti. Önemli bir şey anlatacakmış. Bunu söylerken yüzünde her zaman ki gibi güller açtığından paylaşacağı konuyu tahmin etmek imkansızdı.
Salondaki uzun ve her zaman ki gibi mükemmel kurumuş sofranın etrafında toplanmıştık. O ana kadar önemli saydığımız ama o andan sonra çok sıradan gelen konular hakkında büyük büyük cümleler kuruyorduk yine. Sonra annem sazı aldı eline. ‘’Doktor” dedi, “ciğerimde bir leke bulmuştu. Çocukluktan kalma bir iz vardı ya bende, önceleri o sandım. Sonra başka tetkikler yapıldı. Meğer sandığım gibi değilmiş. Kansermişim.’’ dedi. Annemin o cümleyi kurmadan önce yuttuğum lokma, düğüm düğüm olmadan yemek borumdan geçen son parçaydı. Herkes şoka girmiş gibiydi. Sadece annem her zaman ki gibi bizim yapmamız gereken bu görevi de üstlenmiş, teselli cümlelerini sıralamaya başlamıştı. O an anneme öyle bir sarıldım ki nefesimi çeke çeke ağlayarak ve kokusunu içime çekerek. Zamanı o anda durdurmak, isyan etmek istiyordum. Ne olur annem gitmesin. Hiçbiri işe yaramadı, gitti annem. Ben tek başıma kaldım.
Aklımdan bunlar geçerken kadın anlatamaya devam ediyordu ‘’Zeynep’in yaşı daha çok küçük, sorgulayamaz. Zaten ‘kanser’ kelimesinin ne anlama geldiğini bile bilmiyor. Çok iyi anlatmamız gerek. Sende bana yardımcı ol lütfen!’’ dedi kocasının ellerini tutarak. ‘’Biliyorum zor ama çaresi yok işte. Kendim için değil inan, çünkü bugüne kadar şahane bir hayat yaşadım yaşadık hiç neden bu güzelleri hak edecek ne yaptım diye sorgulamadık şimdi de neden ben diyerek isyan edecekmişim. Ama Zeynep için haksızlık biliyorum çünkü anneyi kaybetmek büyük bir travma ve henüz çok küçük. Sen hep yanında olmalısın. Beni sakın unutturmama olur mu çünkü tüm acılara katlanırım ama beni unutabileceğini düşünerek gitmek istemiyorum.’’ dedi ve kızların elini tutarak ayrıldılar hastaneden.
Arkalarından koşup durdurmak istedim. Yapabilseydim eğer, bir kız çocuğu annesini asla unutmaz derdim. Hiç merak etme ister yedi yılı ister yedi saniyeyi ister yetmiş yıl geçirmiş olsunlar birlikte, anne kokusu hiç unutulmaz ki. Bir annenin yavrusunun ismini söylerken ki sevgi tınısı hiç gitmez ki kız çocuklarının kulaklardan.
Sadece daha çok anı bırak ona olur mu derdim. İnsan annesini çok özlüyor çünkü. Birlikte yediği yemekleri söylediği şarkıları, en çokta göğsüne uzanıp şımarmayı. Annesi gidince şımaracağı herkes gidiyor bu hayattan çünkü. Onun için en çok kokunu hafızasına kazımasına müsaade et. Bir de şefkatinin izlerini saçına bırak giderken. Her saçını taradığında hisseder elinin yumuşaklığını derdim.
Ogün biraz daha büyümüştüm. Kendi hayatıma baktığım yerden bir adım geriye geçilmiş ve diğer hayatları fark etmiştim sanırım. Hayat hep adaletsiz olmaya devam edecekti. Bir sürü kız çocuğu başka başka nedenlerden dolayı annesiz kalmaya deva edecekti. Düzeni buydu hayatın ve öğrenmem dayanmak için çabalamam şarttı.
Gülay Gürel