0

Bir bahar günüydü, küçük küçük serpiştiren yağmurun eşliğinde, kabul edildiğimi öğrendiğim iş için bir kuruma gidiyordum. Böyle bir işi ilk kez ve tek başıma yapacağım için çok heyecanlıydım. Karmaşık düşüncelerin mengenesinde, en önemlisi de attığım adımın, yani çalışma isteğimin doğruluğuna kanaat getirmeksizin yol gidiyordum. Aslında buna istek demek doğru sayılmazdı. Çünkü kabul gördüğüm bu alanın benim için hiçbir özelliği yoktu. Bazı nedenler dolayısıyla buna zaruri istek demek daha doğru olurdu. Bu nedenler ise hiç de yadsınamaz oldukları için bu hikâyede onları anlatmaktan çok uzağım.

Nihayet, yarı gönüllü bir biçimde hiçbir zorluk çekmeden aradığım adresi buldum. Doğrusu ayağımın biri gidiyor, diğeri gitmiyordu. Kendimi bu işte çalışırken hayal edemiyordum hiç…

Bu işte kendimi bulamayacağım çok belliydi, hatta kendimi daha da kaybedeceğim bir işti. Devre uygun bir şekilde “Ata binip göçten geri kalmamak,” düsturuna tam olarak uyan bir binanın bahçesine girer girmez güvenlik görevlileri beni durdular. Girişteki polis kulübesine benzeyen kısmın içinden çıkan nöbetçi, isteğimi sordu. Geliş nedenimi anlatınca bana beklememi söyledi. Elindeki cep telefonuyla konuştuktan sonra biraz daha beklemem gerektiğini bildirdi. “Beyefendiler,” yemek yiyorlarmış. Bu sırada ona saati sordum. Aslında saati gayet iyi bildiğim halde ki saat on beş otuzdu, bu yemeğin öğününe gönderme yapmıştım. Manalı bir şekilde yüzüme bakıp omuz silkti. Anladım ki basamakları yavaş yavaş değil, hızla çıkan, cebi dolu ve maneviyatsız insanlarla karşılaşacaktım.

Kurumun bahçesinde gezerken etrafa göz attım. Karşımda muhteşem bir bina vardı. Mimarlar her alanda olağanüstü işler çıkarıyorlar. Binaya bakanlar kendini Avrupa ülkelerinde hissederdi. Her yerde başka bir güzellik vardı. Bana gelince, beni en çok cezbeden şey binanın önüne ekilen çiçekler olduğu için yavaş yavaş onlara doğru geldim. Gonca güller soğuktan benim gibi büzüşmüşlerdi. Üstlerinde çiyler, şebnemler parıldıyordu. Dört bir yandan esen rüzgâr, sanki güle inat esiyordu. Sakince durmuş ve bu gülü seyrediyordum. Ansızın binanın birinci katındaki büyük pencereleri olan oda dikkatimi çekti. İçeride güzel bir kız oturuyordu. Üstündeki el dokuması elbise, mitolojideki Arakne’nin Athena Pallada ile yaptığı yarış sırasında dokuduğu elbiseye benziyordu: Güzel, zarif olduğu kadar nefret ve saygısızlık saçan elbiseye… Geniş göğüs dekoltesi ve eteğine örülen sarmaşığa bürünmüş çiçek buketi bir örümceği andırıyordu.
Böylesine bir elbiseyi giymenin ne kadar iddialı olduğu, Arakne gibi hiçbir şeyden korkmadığı, bununla birlikte dik başlılığının, burnu düşse yere almayacağının ifadesi tüm hareketlerine, yüz hatlarına kazınan bir kız… Önündeki masanın üstüne konan cam vazoda yurtdışından getirilen envaiçeşit çiçekler ışıldıyordu. Karşımda beliren bu manzaraya bakarken kulaklarımla değil, gönlümle işittiğim iki gülün, yani dışarıda soğuğun vurduğu, rüzgârın dalından koparmaya çalıştığı gül ile içerinin sıcağından cam vazoda nazlı nazlı salınan başka bir gülün sohbetini duydum:

“Güzel çiçek, sen içeri nasıl girdin? Çünkü görünüşe göre oranın bir kapısı var, kapı da sağlam korunuyor.”

“Ey! Ahmak. Sen bir tane giriş gördüğün için dışarıda kalmışsın. Niye bir tane olsun, burasının o kadar çok kapısı var ki!.. Ama onları görmek lazım.”

“Benim senden ne eksiğim var ki ben dışarıda soğuktan, bu çaresizlik ve imkânsızlıktan donuyorum! Sense neden sıcakta hiçbir şeye ihtiyaç duymadan oturabiliyorsun?”

“Senin aklın eksik!”

“Ama daha ilk bakışta senin aklının da olmadığı çok net anlaşılıyor.”

“Senin aklın eski sisteme göre çalışıyor. Genç olman değil mesele, aslında yaşlısın. Her şeyde maneviyat, ahlak ve saygı arıyorsun. Fakat bunların yeni sistem için geçerli olmadığını idrak edemiyorsun. Yeni sistemde açık saçık, pahalı kıyafetler, rengârenk saçlar, kartal pençesine benzer tırnaklar ve botokslu yüzler daha çok saygı görüyor, daha geçerli oluyor; akıl mı kaldı maneviyat mı? Sen bunları bilmediğin için dışarıda kalmışsın.”

“Bana bunları öğretebilir misin? Belki ben de içeri girebilirim.”

“Öğretemem. Onlar senin içinde olmalıydı. Onlarla doğmalıydın, kanında canında… Sonradan öğrenmekle olmaz bu işler!”

“Ama benden her konuda yararlanıyorlar. Beni düğüne, yasa, mezarların üstüne, doğum gününe, hastaneye, hatta cepheye, yani her yere götürüyorlar. Biri göğsüne takıyor, biri saçına, biri ilk buluşmaya götürüyor, başka biri şehit kabristanlığına. Fakat son tahlilde ben dışarıda kalıyorum, sense içeride. Tüm acı ve sızıyı ben çekiyorum. Senin özelliğin ne ki bu kadar kıymete bindin?”

“Benim çok özelliğim var. Evvela senin gibi her yere gidip kendimi ucuz göstermiyorum. İkincisi referansım çok. Üçüncüsü, beni bahçıvanım sırf burası için yetiştirmiş. Hangi vazoya konduğumun bir önemi yok, cam olsun yeter. Sen de kendini yorma, zaten içeri giremeyeceksin. Girsen bile buradaki hava seni boğacak.”

“Doğru söylüyorsun, ben ne görünmeyen kapıları görebiliyorum ne de senin gibi giyinebiliyorum. Hatta senin gibi düşünemiyorum bile. Ancak bir şeyi unutma, ebedi olmayan bu dünyada bir gün ikimiz de solacağız. Sen solduğunda o gurur duyduğun vazodan alıp çöp kutusuna atacaklar seni, ben solunca ise dünyanın en şaşırtıcı vazosu olan toprağa karışacağım!
İşte böyle… Bu hayret verici diyalogdan beni koparan şey, nöbetçinin sesi olmuştu. “Sizi içeride bekliyorlar,” dedi.

İki üç saniye düşündükten sonra nöbetçinin şaşkın bakışları altında geri dönerek otobüs durağına yöneldim.

Eğer içeri girseydim, oranın havası beni boğacaktı. Sokakta ise soğuk ama ihtiyaç duyabileceğim kadar temiz hava vardı.

Terane Musayeva

Leave a Comment

İlgili İçerikler