KARA VAGON İkindi güneşinin bulutların arkasına saklanıp, gökyüzünün kızıllığı solmaya yüz tuttuğu saatlerde fabrikanın düdüğü çalmaya başlardı. Kuşlar kanatlarını çırparak havalanır, fabrikadan çıkan insanlar...
İtina ile tezgâhına dizdi sebzeleri. Güzeller en öne; vasat olanlar, çerik çürükler en geriye değil. Hepsi bir örnek. Bozuk, canlılığını yitirmiş, -kendisi gibi- yaralı olanları tezgâhın hemen arkasındaki yağ tenekesine atarken, aklına hayatından ister istemez çıkanlar geldi. Onları, denizde yol almaya çalışan kayığının uzun kürekleri ile -artık yoluna çıkmasınlar diye- tuttuğunu, istisnasız hemen her gün hatırlıyor, kendine hatırlatıyordu.
Pazar biraz biraz hareketlenmeye başlarken, pazarcı esnafı da ufak ufak bağırmaya başladı. Sadık Bey, kendisi için hiçbir anlam ifade etmeyen bu seslerle irkildi. On yıldır bir kez bile domates, biber ve bilumum sebzelerin isimlerini ulu orta bağır(a)mamıştı. Onun bu halini, diğer pazarcılar da tuhaf karşılar, “Bağır biraz bağır!” diye uyarırlardı. İlerleyen zamanlarda bir iki kez denemek istese de başaramamıştı. Buna rağmen, küçük bir tezgâhla -bu küçük şehirde- hatırı sayılır bir müşteri kitlesi edinmişti.
Yazın sıcak, kışın soğukla cebelleşen belli ısılara uygun bedenini yorsa da o, aralarında anlaşma yapmışlar gibi sahibini zora sokmuyordu.
Öksürüklerine aşina, üşüyen parmak uçları, kolları, dizleri hepsi uyum içinde, Sadık Bey’in, sadık birer dostu olmuştu. O da bu sadık dostlarına iyi bakıyor; evden çıkarken elinde eldiveni, başında beresi, bilmem kaç kat montu ve kalın tabanlı botu ile pazarcı değil de, zirvelere tırmanacak dağcılar gibi görünüyordu. Gerçi kışlıklarıyla saymayı bıraktığı yılları devirmişti. Onlar da yaşlanmış, yerine yenisini almak kaçınılmaz olmuştu. Kendisinin yerine kimi koyacaktı peki? Buna bir cevap bulamıyordu işte. Sonra varlığını önemsizleştiriyor, altın iken paslı bir metal oluyor, “Sadık’ın yerine de bulunur birileri.” diye söyleniyordu.
Derin derin düşünürken, marulları sudan çıkaran elleri, soğukta sızladı. Sonra sönmüş sobayı andıran, ısıtıcılığını kaybetmiş nefesi ile uğraşmaktan ve eline üflemekten vazgeçti.
Birden tezgâhın önünde duran müşterisine gözü ilişti. Müşterisi oğlu yaşlarındaydı. “Buyurun…” dedi, “Ne istemişsiniz?”
Müşterisi zor beğenen bakışlarla, her meyveyi sebzeyi süzerken, Sadık Bey tezgâhının üzerine henüz geremediği çadır için sağa sola bakıp, komşu esnaflardan birine, yardımcı olması için ricada bulundu. Bu isteği terslenerek kabul görmeyince, çaresizce müşterisine döndü tekrar.
Geçmişin şimdilerde hüzün veren sayfaları yeniden açıldı önüne. Zor duyulan sesiyle “Ben pazarcı değildim.” dedi.
Neden bilmiyordu; müşterisini yakın bulmuştu kendine. Tanıdık olmadığından belki. Ya da aklına uzaklarda yaşayan oğlu geldiği için. Onun gölgesini aradığı, yaş benzerliğinde dahi olsa teselli bulduğu için…
Genç pazarcı komşusunun, yetmiş dört yaşındaki Sadık Bey’i aşağılar tavrı, müşterisini de üzmüştü. “Ben en çok yakınlarımdan zarar gördüm. İş yerimi, her şeyimi kaybettim!” dedi. “Ekmeğimi taştan bile çıkarırım ama dostluk, komşuluk, yardımlaşma… Bunlara ne oldu?”
Müşterisi özellikle oraya, olayın üzerine gelmiş gibi hissetti. Hak verdi Sadık Bey’e. Yaşlı adamın buruşan elleri, yüzü, anılar taşan gözleri, öyle içten bakıyor ve öyle yalnızdı ki… Ufak bir pazarlıkla alacaklarını aldı ve gözleri arkada kalarak oradan ayrıldı. Sadık Bey’in dertlerinden bir bölümünü yüreğine yükleyerek…
Birlikte gerdikleri perdenin altında Sadık Bey’i bırakarak…
İlknur Kaya