0

Fakültenin yemekhanesine saçı sakalı birbirine karışmış, üstü başı dağınık, orta yaşın üstünde olduğu her halinden belli olan bir adam girdi. Yemekhanedekilerin bakışlarına aldırış etmeden, sırt çantasından çıkardığı saklama kaplarına çöpten alabildiklerini almaya başladı. Herkes çatalı kaşığı bırakmış bir halde şaşkınlık içinde olup biteni izliyordu. Şaşkınlıkları bir adamın çöpten yiyecek almasından ziyade böyle birinin fakülteye nasıl girdiğineydi. Yaşanılan bu olay zararsız gibi görünse de akademiye yakışmayacak bir görüntüydü.

“Ne oluyor ya, bu ne şimdi? Bu fakültenin güvenliği yok mu?” diyerek sesini yükseltti Rabia.

Onun bu çıkışından cesaret almış olacak ki karşı masadaki bir çocuk da “İpini koparan fakülteye giriyor.” dedi. Bu tepkiler karşısında tedirgin olan adam, daha fazla olay çıkmasına izin vermeden, alabildiklerini çantasına koyarak geldiği gibi yemekhaneden çıkıp gitti. Bu görüntüden sonra bir de yemek için evden getirdiğim ekmeğin ucundan Selim’in eliyle bölmesi benim için yemek faslının bittiği anlamına geliyordu. Neden yemediğimi sorduklarında Selim’e ayıp olmasın diye çöp kovasından yemek alan bu tuhaf adamı bahane sundum.

Yemekhanedeki adam, öğrenciler arasında kulaktan kulağa yayıldı. Bu konu, konuşulanlara bakılırsa bir süre daha öğrencilerin gündeminden düşmeyeceğe benziyordu. Ertesi gün fakültedeki öğrencilerin konferans salonunda toplanması yönünde bir anons yapıldı. Bu toplantı yemekhanedeki adam hakkında olmalı diye düşündüm. Yoksa idare niye durduk yere tüm fakülteyi konferans salonuna toplasın ki?

Konferans salonu neredeyse ağzına kadar dolmuştu. Arkadaşların benim için ayırdıkları boş yere geçip oturdum. Fakültedekiler kendi aralarında sohbet ederek toplantının başlamasını bekliyorlardı. Yemekhanedeki garip görünümlü adamın konferans salonuna girmesiyle salondaki gürültü bıçak gibi kesildi. Kimseden çıt çıkmıyordu. Bir süre kapının önünde bekleyen bu adam, kendinden emin adımlarla sınıfın ortasına kadar geldi. “Yemekhanedeki o adam değil mi?” diyerek fısıltıyla konuştu Selim. Evet o, ta kendisi! Yine girmiş fakülteye. Bu kadarı da fazla diyerek itiraz edecektim ki çantasını çıkarıp masanın üstüne bıraktı. Hiç vakit kaybetmeden sırtını koskoca salona dönüp cebinden çıkardığı kalemle tahtaya şu anlamsız kelimeleri yazdı:
Elma- Armut
Kalem- Silgi
Pilav- Çorba
Elektrik- Su

Bu adamın kesin aklından zoru olmalı. Yoksa, yemekhanede çöpten yemek almasının, pejmürde görünümünün, tahtaya anlamsız şeyler yazmasının hiçbir mantıklı açıklaması yok. Ben bunları düşünürken o, gayet sakin bir şekilde masanın ucuna oturup ellerini göğsünde kavuşturarak: “Merhaba çocuklar, ben Nadir Yücel. Felsefe hocanızım.”

Salondaki herkes şok geçirmişti. Deli olduğunu düşündüğüm birinin hocam olması benim için de sürpriz olmuştu. Kafamdaki hoca şeması allak bullaktı. Nadir Hoca konuşmasına devam ederek arkasındaki tahtayı gösterdi; “Bu gördükleriniz arasında hangisini ya da hangilerini satın alabiliriz?” Neydi şimdi bu? Bu soru da nerden çıktı? Yemekhanede olanların bir açıklaması yapılmayacak mı? sanki onun sorusu bütün soruların kapısını açan bir anahtardı. Kafamın içi birden bu sorularla doldu. Belki dahası da gelecekti ancak arkadan bir ses:

“Hepsini hocam, hepsini satın alabiliriz. Bunu bilmeyecek ne var?” O an cevap veren öğrenciye değil bana baktı. Gerçekten de bunu bilmeyecek ne var? Her zaman satın alıp kullandığımız şeyler. Burada işin yok, buraya ait değilsin gibisinden düşünceler bir gülümsemeyle nasıl ifade ediliyorsa öyle gülümseyerek ona baktım. Anlamıştı! O da, yüzünde beliren o çok tanıdık bir gülümsemeyle acıyarak gözlerini gözlerimden çekti.

“Hayır bilemediniz!” Tek tek tahtada yazılanların hepsi söylendiğinde de Nadir hocanın cevabı değişmiyordu. “Hayır bilemediniz!” Geriye tek bir cevap kalıyordu. “Hiçbirini!” Bu cevabı da ön sıralardan bir öğrenci verdiğinde bu sefer Nadir hocanın cevabı değişmişti. “Aferin doğru bildin. Peki neden hiçbiri?” Konferans salonunda bu cevaba karşı itirazlar yükseliyordu. Elindeki kalemi gösteren biri: “Hocam ben bu gördüğünüz kalemi satın aldım.” Bir diğeri elindeki silgiyi gösteriyordu. Onun bu her şeye itiraz eden alaycı tavrına dayanamadım. Çantamdaki ara öğünüm olan elmayı çıkardım. Nadir Hocaya göstererek: “Nasıl olur? Ben bu elmayı satın aldım. Eğer sizin dediğiniz gibi satın almamış olsam onun üzerinde başkalarına karşı nasıl hak iddia ederim?”

Nadir Hoca, benim bu çıkışıma tebessüm ederek bana doğru yaklaşmaya başladı. O, her adım attığında biraz sonra yemekhanedeki çöp kovasının kokusunu duyacakmışım gibi bir his uyandı bende. Derin bir nefes aldım. Ağzımın içinde çürük tadı vardı. Şaşırdım. Nadir Hoca yaklaştı ve biran bile tereddüt göstermeden elimdeki elmayı aldı. Bu kadarı da fazla diye düşünmeye kalmadan elindeki elmayı ısırarak: “Elmanın senin olmadığını söylemedim. Elma senin ama satın aldığın şey elma değil!”

İznimi almadan yiyeceğime dokunması bu da yetmezmiş gibi bir de onu yemesi tahammül sınırlarımı zorluyordu. Sinirden dişlerimi sıkıyordum. Bu adam nasıl bu kadar rahat olabiliyordu? Üstelik bir fakülte dolusu insanı, saçma sapan bir soruyla meşgul ediyor, görünüşe bakılırsa da bundan zevk alıyordu. Onu bu zevkten mahrum etmek istedim: “Peki o zaman hocam, nedir bu satın aldığımız şey?” Yediği elmanın hoşuna gitmesinden mi yoksa öğrencileri meraktan kıvrandırmasından mı nedir, Nadir Hoca’nın yüzündeki tebessüm yerini gülücüklere bıraktı. “Durun bakalım, ne bu aceleniz? Hem Felsefe hocası olarak burada soruları ben sorarım!” Nadir Hoca’nın neşesi artarken benim öfkem daha da büyüyordu. Ben, bu tipteki insanların dalga geçebileceği türden biri değildim.

Nadir Hoca, ön sıralardan bir çocuğun, yarısı dolu olan su şişesini aldı. Hiç tereddüt etmeden kapağını açarak bir yudum içti. Su daha Nadir Hoca’nın boğazından aşağıya inmemişti ki yüzümün buruştuğunu, midemin dönmeye başladığını hissettim. Elindeki pet şişeyi göstererek: “Hepinizin kendine ait bir evi olduğunu varsayalım. Ben, şu elimde gördüğünüz bu su ile evlerinizi satın alabilir miyim?” Yeni bir soru daha. Salon allak bullak olmuştu. Yemekhanedeki davranışı, saçı sakalı, üstü başı, elmayı yiyip suyu içmesi, hiç mantıklı olmayan soruları…Bu adam söylediği gibi gerçekten de felsefe hocası mıydı? İdarenin bu toplantıdan haberi var mıydı? “Alamaz Hocam. Nasıl alsın? Markette 1 TL…” diyerek düşüncelerimi böldü Selim. “İyi düşünün, belki başka bir yerde bir ev parası olabilir!” Kısa bir sessizlikten sonra: ” Haklı olabilirsiniz hocam. Şartlar değişirse suyun değeri de değişebilir,” dedi Selim. Yakın bir cevap olduğunu tüm bedeniyle Selim’e hissettiren Nadir Hoca “Örnek verebilir misin peki?” dedi. Selim, gayet kendinden emin bir şekilde “Bir çölde olduğunuzu düşünün. Ölmek üzeresiniz. Biri sizden bu su karşılığında evinizi istese hiç düşünmeden verirsiniz.” Nadir Hoca’nın istediği cevaptı bu. “Peki, marketteki suyun şekli, kokusu, tadı ve miktarı değişmedi. Biz gerçekte suyu satın almış olsaydık marketteki 1 TL olan miktarı ödememiz gerekecekti ancak şimdi evimizi verir durumdayız. Nasıl oluyor bu? O zaman bizlerin satın aldığı şey ney? Salondakilerin kafası yine karışmıştı. Nadir Hoca, tekrar tahtanın başına geçti. Güzel bir elma ağacı yanına da kasketiyle, ceketiyle, ağzına kadar elma dolu sepetiyle bir çiftçi çizdi. Tekrar sınıfa dönen Nadir Hoca, başkalarının ne düşüneceğine aldırış etmeden, geriye sadece çöpü kalacak şekilde elmanın hepsini yedi. Bu yaptığı normalmiş gibi de elindeki elma çöpünü gömleğinin cebine koyarak konuşmasına devam etti.

“İşinizi biraz daha kolaylaştırayım. Bir elma almak istiyorsunuz. Parayı ağaca mı verirsiniz yoksa çiftçiye mi?” Salon hep bir ağızdan “Çiftçiye” diye cevap verdi. “Peki, siz neyi satın almış oldunuz?” Selim, Nadir Hoca’nın beklediği kelimeyi söylemişti. “Emeği! Çiftçinin elmayı üretirken verdiği emeği satın alırız.” Duyduğu cevap karşısında gülümseyen Nadir Hoca: “Hele şükür, sonunda istediğim kelimeyi söylediniz!” dedi. “Çocuklar, bizler tükettiğimiz şeyleri değil onlara verilen emeği satın alırız. Kalemi, silgiyi ya da yediğimiz elmayı, içtiğimiz suyu değil, onları üreten, onları bizlere ulaştıran insanların emeklerini satın alırız. Eğer aksi olsaydı, yani elmaya, kaleme, ekmeğe, suya para ödeseydik, bunların değeri nerede olursak olalım değişmezdi. Bundan binlerce yıl önceki elma aynı elma olduğuna göre fiyatı da aynı olmalıydı. Ancak elmanın fiyatı sürekli değişmektedir. Yine bilindik bir yanlış daha var. Faturasını ödüyoruz diye elektriği, suyu boşa tüketme hakkımız yok. Bizler suya ve elektriğe değil onun bize ulaştırılmasındaki alt yapı hizmetine ücret öderiz. Su ve yiyeceklerinizi tüketirken para ödemiş olmanız, onu istediğiniz gibi israf edeceğiniz, çöpe dökeceğiniz anlamına gelmez. Sınırlı olan bu kaynaklara, yeryüzündeki diğer sayısız canlının ortak olduğunu unutmayın. Tükettiğiniz onca şeye karşı, üretenlere teşekkür etmenin başka bir yolu da israf etmemektir. Bundan sonra bu bilinçle hareket edeceğinizi umarak toplantıyı bitiriyorum. Çıkabilirsiniz.”

“Hocam bir şey sorabilir miyim?” diyerek söz almak istese de Selim, Nadir Hoca: “Unuttun mu burada soruları yalnızca ben sorarım ve bu günlük bu kadar soru yeter!” diyerek tam sınıftan çıkacakken bir şey unutmuş gibi arkasını döndü. Sırt çantasının fermuarını açtı ve içinden bir şişe çıkararak suyunu içtiği öğrenciye uzattı. Arkasından da bir elma çıkarıp bana doğru fırlattı. “Teşekkür ederim.” diyerek sınıftan çıktı.

Bütün gün, Nadir Hoca’yı ve onun konuşmasını ağzıma yerleşen o çürük tatla düşündüm durdum. Şimdi düşününce, yemekhanedeki davranışı, üstü başı, saçı sakalı, çantasına doldurduğu yiyecekler, hepsi de ne kadar planlı geliyordu. Tüm bunlar biz öğrencilere bir ders vermek içindi. Etkilenmiştim. Onun gerçekte nasıl biri olduğunu merak etmeye başladım. Eve gitmek üzere otobüse bindim. Şanslıydım ki bu saatte cam kenarında bir koltuk boştu. Çantamı, kulaklığımı aramak için açtığımda Nadir Hoca’nın bana attığı elmayı gördüm. Önce kulaklığı çıkarıp telefona taktım ve rastgele dinlendirici bir müzik açtım. Elma, avuçlarımın içinde olduğu halde başımı çevirip otobüs camından dışarı baktım. Yüksek apartmanların alt katlarındaki pencerelerde güneş çoktan batmıştı. Öğrencinin ağırlıklı yaşadığı bu semtte sokaklar yavaş yavaş boşalıyordu. Otobüs Kurtuluş durağına geldiğinde, parkın kenarında sırtı otobüse dönük bir adamın sokak köpeklerine yemek verdiğini gördüm. Kısa bir an tereddüt yaşadıktan sonra Nadir Hoca’yı tanıdım. Bu oydu, gerçekte oydu, gerçekten oydu. Elindeki saklama kaplarından çıkardığı yiyecekleri, onu tanıdıkları her halinden belli olan köpeklere veriyordu. Kimi elini, kimi yüzünü yalıyordu. Hem Nadir Hoca’nın hem de köpeklerin mutlu göründüğü bir tabloydu bu. Onları orada o parkta arkamda bırakırken, elimdeki elmanın ağırlığıyla kendime geldim. Nadir Hoca’ya karşı peşin yargılarımın da bir israf olduğunu düşününce yüzümün kızardığını hissettim. Ağzımda bozuk bir tat, yüzümde mahcup bir gülümseme vardı. Çöpten topladıklarıyla sokak köpeklerini besleyen birine ait olduğuna aldırış etmeden, elimdeki elmadan bir ısırık aldım. Bir ısırık, bir ısırık daha. Ta ki elimde kuru bir elma sapı, ağzımda da bir emekçinin emeğine saygı duymanın tadı kalana kadar…

Ali Demir

Leave a Comment

İlgili İçerikler