İZMİR İSTANBUL’DAN DAHA MI GÜZEL? Kitap imzalamak bahanesiyle, seni görmek için yollara düştüm. Yorucu bir yolculuktan sonra işte geldim. Merhaba İzmir. Şöyle bir baktım...
Genç penguen Abel, sürüden ayrılalı bir hayli zaman olmuştu. Neredeyse hava kararmak üzereydi. Görünürde kimse yoktu. Uçsuz bucaksız buz çölünün ortasında yapayalnızdı. Ne pahasına olursa olsun siyah çakıl taşını İklima’ya vermem gerek, diye düşündü. Rüzgâr çok sert esiyor, yerdeki karı alıp göklere doğru savuruyordu. Olduğu yerde gözlerini kapatıp büzüşen Abel, rüzgâr geçtikten sonra başını kaldırıp çevreyi gözleriyle kolaçan etti. Görünürde hiçbir tehlike yoktu yine de burnunu kullanmak istedi. Soğuk havayı olanca gücüyle ciğerlerine çekti. Etrafta korkmasını gerektirecek bir koku yoktu. Onca yol ve tehlike İklima içindi.
Sürünün içindeki en güzel penguendi İklima. Karnındaki beyaz tüyler parlak ve göz alıcıydı. Uzun gagası, dolgun yağlı vücudu, sudaki kıvraklığıyla her genç erkek penguenin hayalini süslüyordu. Neredeyse sürüdeki tüm erkekler İklima’yı etkilemek için ellerinden ne geliyorsa yapıyorlardı. Onlardan biri de Abel’di. İklima’yı etkilemek için neler neler yapmamıştı. Yüzerken topaç gibi dönmüş, karnının üstünde diğerlerinden uzağa kaymış, derin sulardaki en lezzetli balıkları yakalayıp İklima’ya getirmişti. Yine de bir türlü İklima’yı etkilemeyi başaramadığı için giderek umudunu kaybetmeye başlamıştı.
Abel bir gün diğer penguenlerle bir arada soğuktan korunurken İklima’nın olmadığını fark etti. İklima’yı aramak için sağa sola bakındı. Onu bir buz tepesinin arkasında küçük bir çakıl taşını gagasında taşırken gördü. İklima iki adımda bir çevresine bakınıyor onu bir görenin olup olmadığını kolaçan ediyordu. Gagasındaki küçük çakıl taşını önceden kazdığı kuyunun içine atıp üstünü kapatan İklima, Abel’in kendisini izlediğinden habersiz bir şekilde sürünün arasına karışarak gözden kayboldu. Abel, nihayet İklima’yı nasıl etkileyeceğini bulmuştu. Eğer İklima’yı küçük çakıl taşı saklarken görmeseydi yıllar önce babasıyla çıktıkları yolculuğu hatırlamayacaktı. Artık zamanı gelmişti.
Babası ve küçük penguen Abel, karınları üstünde kayarak sürüden epeyce uzaklaşmışlardı. Yanlarında da çok güzel bir çakıl taşı vardı. Nefes nefese kalan Küçük Abel ne kadar gayret etse de bir türlü babasının gerisinde kalmaktan kurtulamıyordu. Bu duruma rüzgâra karşı kaymalarından çok babasının geniş karnı ve büyük kanatları etkili oluyordu. Baba penguen arada arkasına bakıyor Küçük Abel’i ve sürüyü kontrol ediyordu. Bir süre daha bu şekilde yol aldılar. Baba penguen kimsenin onları görmediğinden emin olduğunu düşündüğü bir yere gelince durdu. Geldikleri yer uzun yıllar üst üste yağan karın birikmesi sonucunda meydana gelen büyük bir buzdağının eteğiydi. Baba penguen özellikle böyle büyük bir buzdağını seçmişti. Dağın eteğinde yer alan küçük su gölcüklerindeki tatlı sudan ikisi de kana kana içtikten sonra Baba penguen yanlarında getirdikleri çakıl taşını çıkarıp Abel’e gösterdi:
“Bu çakıl taşının hikâyesini biliyor musun küçük adam?” diyerek bıyık altından sinsi sinsi güldü. Küçük Abel, babasının gösterdiği bu çakıl taşını ilk defa görüyordu. Simsiyah pürüzsüz bir taştı. Daha önce onun kadar siyah ve güzel bir taş görmemişti.
“Yok, hayır bilmiyorum! Gözlerini biran olsun ayırmadan taşa bakıyordu. Büyülenmiş gibiydi.
“Ne kadar güzel. Benim olabilir mi baba?”
Baba penguen, oğlunun taşı beğenmiş olmasına sevinmişti. Zaten onca yolu bunun için gelmişlerdi. Çevresini kontrol eden baba penguen çakıl taşını yere -karın üzerine- bıraktı.
“Tabi ki senin olabilir. Ama şimdi değil! Zamanı geldiğinde gelip buradan alabilirsin.”
Baba penguen bunları söylerken bir yandan da gagasıyla buzda gedik açmaya çalışıyordu. Küçük Abel ise siyah çakıl taşının sağını solunu inceliyordu.
“Neden şimdi değil? Banane banane ben şimdi istiyorum bu çakıl taşını.”
“Şımarıklığın sırası değil. Bana yardım etmelisin. Acele edip çukur açmalı ve bu çakıl taşını saklamalıyız. Daha sonra neden olduğunu anlatacağım.”
Babasının öfkelendiğini gören Küçük Abel, istemeyerek de olsa çukuru açmak için ona yardım etmeye başladı. Baba penguen telaşlıydı. Durup dinlenmeden gagasının ucuyla sürekli buza vuruyordu. Arada başını kaldırıp onları izleyen birinin olup olmadığını kontrol etmeyi de ihmal etmiyordu. Bir süre daha böyle ayaklarının altındaki buzu kırmaya devam ettiler. Çukurun taşı saklayacak kadar açıldığın düşünen baba penguen yanında getirdiği siyaha çakıl taşını gagasıyla çukura itti ve Küçük Abel’in de yardımıyla çukuru kapattı.
Küçük Abel, şaşkınlık içinde babasının arkasında yürüyüp küçük çakıl taşından uzaklaşırken çok istemesine rağmen o güzel çakıl taşını babasının kendisine vermeyip bu ıssız yere gömmüş olmasına bir anlam verememişti. Onun bu bencilce davranışına içten içe kırılmıştı. Babasına çarpıp durmasaydı kafasının içinde konuşarak yürümeye devam edecekti. Kafasını kaldırıp babasına doğru baktığında kendi yüzünün aksine babası takdir edilmeyi bekleyen bir penguenin yüz ifadesiyle ona bakıyordu.
“Hikâyesini biliyor musun?’’ diye sorduğum o çakıl taşını istedin ama neden merak edip hikâyesinin ne olduğunu sormadın?”
Babasının sorusunu hatırlayan Abel, o simsiyah çakıl taşına sahip olmayı hikâyesini öğrenmeye tercih etmişti. Şimdi ise artık hiç merak etmiyordu. Babasının son sorusuna da yüzünü ekşitip omuz silkti.
“Küçük adam şimdi böyle omuz silkiyorsun ama bu hayatta olmanı o siyah çakıl taşına borçlusun.”
Babasının söyledikleri karşısında kaşlarını çatan Küçük Abel, küçük çakıl taşı gibi simsiyah gözlerini kısıp:
“Ne söylediğinin farkında mısın? Bu nasıl mümkün olur? Artık ben bebek penguenleri leyleklerin getirmediğini bilecek yaştayım. Boşuna beni kandırmaya çalışma.”
Küçük Abel’in söyledikleri karşısında kendini tutamayan baba penguen sırt üstü yatarak gülmeye başladı. Küçük oğlunun büyüdüğünü görebiliyordu ancak böyle bir konuşma için henüz çok erkendi. Bir süre daha gülmeye devam eden baba penguen oğlunun asılmış suratını görünce kendini toparladı.
“Küçük adam, sen hiç leylek gördün mü? Göremezsin çünkü ben de görmedim. Leylekler bu kadar güneye gelmezler. Neyse boş ver şimdi leylekleri. Anlatacaklarımı iyi dinle. O gördüğün çakıl taşı var ya! O çakıl taşını suyun derinliklerinden sırf anneni etkilemek için bulup çıkardım. Hem de bütün tehlikeleri göze alarak yaptım bunu. Annen için, senin için yaptım. Şimdi düşünüyorum da bugün olsa hiç düşünmeden yine aynı şeyi yapardım.’’
“Baba çok tuhafsın. Hem senin için diyorsun hem de o kadar tehlikeye rağmen çıkardığın çakıl taşını bu ıssız yere gömüyorsun.”
“Evet, senin için. Buna hiç şüphen olmasın. Zamanı gelince ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksın. Şimdi anlatacaklarımı iyi dinle. Bu çakıl taşını gömdüğümüz yeri sakın unutma. Özellikle burayı seçtim, bu büyük buzdağının etiğini. Her şey çok çabuk değişiyor. Çocukluğumda oynadığım, kaydığım yerlerden eser yok şimdi. Dünya eski dünya değil. Sen büyüdüğünde de hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.’’
Abel, yol boyunca İklima’yı düşünmediği anlarda babasını düşündü. Onun o gün kendini yerlere atarak güldüğü geldi aklına. Babasının gülüşünde ısındığını hissetti. İyice uzaklaşmıştı sürüden. O da o gün ara sıra babasının yaptığı gibi arkasına bakıyor onu takip eden olup olmadığını kontrol ediyordu. Bir süre daha böyle yürüdükten sonra çevresine baktı. Yol bitmişti. Önünde masmavi sular vardı. Hafızasını yokladı hiçbir yeri hatırlamıyordu. Etrafta büyük bir buzdağı aradı bulamadı. Kaybolduğunu düşündü. Çakıl taşına dair tüm ümitlerin yok olduğunu düşündüğü bir anda ayağı bir şeye takıldı. Babasıyla birlikte gömdükleri çakıl taşı açıkta öylece duruyordu. Hâlâ o günkü kadar güzeldi. Eğilip çakıl taşını gagasının arasına aldı. O büyük buzdağına ne olduğunu merak edip şaşkın şaşkın sağına soluna doğru bakınırken gökyüzünde daha önce görmediği bir şey gördü. Uzun bacaklı, sivri gagalı aynı kendi renginde bir şey “lak lak” sesi çıkararak üstünden geçiyordu. Genç Abel’i fark eden şey kafasını çevirip ondan tarafa doğru baktı ve gerisin geri yolculuğuna kaldı yerden devam etti. Ağzında siyah çakıl taşı olduğu halde gördüğü şeyin aksi istikametinde yürüyen genç Abel gördüğü bu şeyi düşündü. Taşın İklima’yı etkileyeceğinden emindi ancak gördüğü bu şeyi de anlatmasında yarar vardı. Ya İklima gördüğü şeyin ne olduğunu sorarsa? Yol boyunca kendi kendine sorduğu bu soruya bir cevap bulmaya çalışan Abel’e yine babasıyla yaptığı bir konuşmayı hatırlaması yardım etmişti.
“Küçük adam, sen hiç leylek gördün mü?”
İklima’ya leylek gördüğünü söyleyecekti. Eğer leyleklerin bu kadar güneye gelemeyeceklerini söylerse o da ona her şey çok çabuk değişiyor, dünya eski dünya değil diye cevap verecekti. Abel, bunun son şansı olduğunu biliyordu. Gagasındaki siyah çakıl taşı için babasına tüm kalbiyle minnet duydu ve teşekkür etti. Yol boyunca İklima’yı ve onun siyah çakıl taşına vereceği tepkiyi, gördüğü şeyi, kaybolan buzdağını ve babasının dediği gibi yaşadıkları dünyanın nasıl bu kadar hızlı değiştiğini düşündü.
Ali Demir